Ceren
YazarCeren
6 dakika okuma süresi
Haz 26, 2020

    Origin


    İlk insanların evrenle,özellikle de akıl erdiremedikleri olaylarla bir merak ilişkisi vardı. Bu gizemleri çözmek için geniş bir tanrılar ve tanrıçalar sınıfı kurdular. Bu sayede şimşek, gelgit, deprem, volkan, kuraklık, salgın hastalıklar ve hatta sevgi gibi kendi anlayışlarının ötesinde yer alan her şeyi açıklayacaklardı. Eski Yunanlar denizdeki gelgiti Poseidon’un değişen ruh hallerine bağlamıştı. Mevsimin kışa dönmesinin sebebi Persephone’nin yeraltı dünyasına kaçırılması yüzünden gezegenin kederlenmesiydi. Romalılar volkanların, tanrıların nalbandı Vulcan’ın evi olduğuna inanırdı.

    Dağın altındaki dev bir demirhanede çalışır, bacadan alevlerin fışkırmasına sebep olurdu. Antik insanlar sadece gezegenin değil, aynı zamanda kendi bedenlerinin de gizemlerin açıklamak amacıyla sayısız tanrı icat etmişti. Tanrıça Hera’nın gözünden düşmek kısırlığa sebep oluyordu. Aşkın sebebi Amor’a hedef olmaktı. Salgınlar Apollon’un gazabıydı. Antik insanlar çevrelerinde anlayamadıkları boşluklar oluştuğunda bunları tanrılarıyla kapatırlardı. Bu sayısız boşluğu sayısız Tanrı dolduruyordu. Bununla birlikte geçen yüzyıllar içinde bilimsel bilgi arttı. Doğal dünyayı anlayışımızdaki boşluklar kapandıkça tanrılarımız da azalmaya başladı. Mesela gelgitlere Ay döngülerinin sebep olduğunu öğrendiğimizde artık Poseidon’a ihtiyacımız kalmamıştı. Biz de cahiliye devrinin saçma bir efsanesi olarak onu rafa kaldırdık. Bildiğiniz gibi tüm tanrılar aynı akıbete uğradı gelişen zekamızla bağlantısını kaybedenler birer birer öldü. Ama yanılgıya düşmeyin bu tanrılar öyle kolay yok olmadı. Bir kültürün ilahlarını terk etmesi karmaşık bir süreçtir. Dini inanışlar daha küçük yaşta en sevdiğimiz ve en güvendiğimiz insanlar; ebeveynlerimiz, öğretmenlerimiz, dini liderlerimiz tarafından ruhumuza işlenir. Bu sebeple nesiller süren dini değişiklikler, genellikle kan dökülmesine ve büyük acılara sebep olur.

    Artık işler değişti. Bizler modern insanlarız zekası gelişmiş ve teknolojik açıdan yetenekli insanlar. Volkanların altında çalışan dev nalbantlara veya gelgitlerle mevsimleri denetleyen tanrılara inanmıyoruz. Eski atalarımıza hiç benzemiyoruz.

    Yoksa benziyor muyuz?

    Kendimize model akılcı bireyler diyoruz ama türümüzün en yaygın dini, türlü mucizevi iddialar içeriyor: Ölüler açıklanamaz biçimde diriliyor, bakireler mucizevi biçimde doğuruyor, intikamcı tanrılar salgın hastalıklar ve seller yolluyor, ölümden sonraki hayatın bulutlarla dolu cennette veya ateşli cehennemlerde geçeceği vaatleri yer alıyor. Öyleyse bir anlığına gelecekteki tarihçilerle antropologların nasıl tepki vereceğini hayal etmeye çalışalım. Geçmişe bakıp değerlendirirken, dini inançlarımızı cahiliye devrine ait mitoloji sınıfına sokacaklar mı? Bizim tanrılarımıza da bizim Zeus’a baktığımız gibi mi bakacaklar? Kutsal metinlerimizi toplayıp tarihin tozlu raflarına mı kaldıracaklar?

    Evet.

    Bunların hepsinin yaşanacağına inanıyorum. Gelecek nesiller bizim gibi teknolojik açıdan gelişmiş türlerin nasıl olup da modern din öğretilerine inandığını sorgulayacaklar. Gelecek nesillerin şimdiki geleneklerimize bakıp bir cahiliye devrinde yaşadığımız sonucuna varacağını inanıyorum. Buna ispat olarak da ilahi bir şekilde sihirli bir bahçede yaratıldığımız veya her şeye gücü yeten yaratıcımızın kadınların başını örtmesini emrettiği ya da tanrılarımızı şereflendirmek için kendi bedenlerimizi yakma tehlikesini göze almanız gerektiği inancımızı gösterecekler. Modern insan zihni nasıl oluyor da kesin analizler yapabilirken aynı zamanda en küçük bir mantıklı incelemeyle unufak olabilecek dini inanışlara izin verebiliyor?

    İnsan beyni inandığı şeye neden inanır?

    Tıpkı organik bir bilgisayar gibi beynimizin de işletim sistemi vardır. Gün boyunca akan karmaşık bilgiyi tanımlayıp sınıflandıran bir kurallar serisi bulunur. Bunlar dil gibi, akılda kalıcı bir melodi gibi, siren sesi gibi, çikolata tadı gibi, bilgilerdir. Tahmin edeceğiniz üzere, durmadan gelen bu bilgiler birbirinden çok farklıdır ve beynimizin, hepsine bir anlam vermesi gerekir. Aslına bakılırsa gerçekliği algılayışımızı belirleyen, beynimizin işletim sistemi programıdır. Maalesef alay edilesi yaratıklarız, çünkü insan beyninin programını her kim yazdıysa kötü bir espri anlayışı varmış. Başka bir deyişle bu çılgınca şeylere inanmak bizim suçumuz değil. Bu sebeple kendime sormak zorundayım: Böylesine mantıksız bir bilgiyi nasıl tuhaf bir işletim sistemi yaratır? İnsan beynine bakıp işletim sistemini okuyabilseydik şöyle bir şey görürdük:

    KARGAŞADAN KAÇ DÜZEN KUR.

    Beynimizin kök programı bu.

    İşte bu yüzden, insanların eğilimi bu yöndedir. Kargaşaya karşı düzenden yana. Düzenlemeye yatkınlığımız DNA’larımıza yazılmıştır, bu yüzden insan zihninin en büyük icadının bilgisayar olmasına şaşmamak gerekir. Bilgisayar, kargaşanın içinde düzen kurmamıza yardımcı olmak için tasarlanmış bir makinedir. Doğrusunu isterseniz, İspanyolcada bilgisayar kelimesinin karşılığı ordenador’dur, yani düzen kuran. Dünyadaki tüm bilgilere erişebilecek güçlü bir bilgisayarınız olduğunu düşünün. Bu bilgisayara istediğiniz soruyu sorma hakkınız var. İhtimaller, kendinin farkına varmaya başladığından beri insanlığın zihnini kurcalayan iki temel sorudan birini önünde sonunda soracağınızı gösteriyor.

    Nereden geliyoruz?

    Nereye gidiyoruz?

    Başka bir deyişle ona kökenlerinizi ve kaderinizi soracaksınız. Ve bu soruları sorduğumuzda bilgisayarın size cevabı şu olacak;

    DOĞRU CEVAP VERECEK YETERLİ VERİ YOK.

    İnsan beyni için herhangi bir cevap hiç cevap alamamaktan iyidir. ‘Yetersiz veri’ diye bir şeyle karşılaştığımızda büyük bir rahatsızlık hissederiz. İşte bu yüzden de beyinlerimiz veriyi kendisi uydurur. Görünmeyen dünyada gerçekten de bir düzen bulunduğuna emin olmamız için çok sayıda felsefe, mitoloji ve din oluşturur. Böylelikle en azından bizi düzen varmış yanılgısına düşürür. Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? İnsanın varoluşuna dair bu temel sorular hep aklımı kurcalamıştır. Yıllarca bu sorulara cevap bulmanın hayallerine daldım. Üzücü olan şu ki dini dogmalar sebebiyle milyonlarca insan bu büyük soruların cevabını zaten bildiğine inanıyor. Her din aynı cevabı vermediği için kültürler aralarında, kimin cevabının doğru, hangi Tanrı hikayesinin tek gerçek hikaye olduğu üzerine savaşıyor.

    Dini tarihin başlangıcından bu yana Türümüzün içindeki ateistler, Hristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler ve tüm dinlerin mensupları, hiç bitmeyen bir çapraz ateşe tutuldu. Bizi birleştiren tek şey ise barışa duyduğumuz derin özlem. Hayattaki en büyük sorunun cevabını mucizevi bir biçimde öğrenseydik... tür olarak, hep bir anda aynı şüphe götürmez kanıtı görerek, kollarımızı açıp kabul etmekten başka çaremiz kalmadığını fark etseydik... neler olurdu bir düşünün.

    Maneviyat sorgusu, mantıklı gelmese bile öğretilerine körü körüne inanmamızı isteyen dini dünyaları oluşturmuştur. Ama inanç, Kelime anlamı ile görünemeyen ve tanımlanamayan bir şeye güvenmemizi, hiçbir deneysel kanıtı bulunmayan bir şeyi gerçek diye kabul etmemizi ister. Ve bizlerde böylece, evrensel bir gerçek olmadığından farklı şeylere inanırız. Öte yandan...

    Bilim, inancın antitezidir. Kelime anlamıyla bilim, bilinmeyen veya henüz tanımlanmamış bir şeye fiziki kanıt bulma girişimidir; ölçülebilecek gerçekleri bulmak için batıl inanışı ve yanlış algılamayı reddetmektir. Bilim bir cevap sunduğunda, bu cevap evrenseldir. İnsanlar bu yüzden savaşmaz, etrafında toplanır.

    Din devri artık kapanmak üzere. Bilim devri başlıyor

    Bunlar İlginizi Çekebilir