Gizem Zeybek
YazarGizem Zeybek
4 dakika okuma süresi
Nis 20, 2024

güzel ve masum olanı hatırlamak


Dikkat! Bu yazı yüksek orandan gözyaşı ve aynı oranda hüzün içerir. Çünkü az önce Ankara Tren Garı’ndan aile fertlerimi uğurladım uzak diyarlara. Üstelik herkesin bayıla bayıla bindiği ve kelimenin tam anlamıyla eğlence aracı olarak görülen Doğu Ekspresi ile… Etrafıma baktım uzun uzun, sallanan eller, fotoğraf makinelerine -daha çok- mutlu gözlerle bakan insanlar, Doğu’yu görmenin heyecanını motivasyon kaynağı edinmişler ve bir de ben… Kimsenin kulaklarına hüzünlü şarkılar çalınmıyordu belki ben dışında. Zaten ailemi yolcu etmiyor olsaydım da yine tren garında aynı şekilde hüzünlenirdim muhtemelen. Bu yerleşmiş duyguyu maalesef ki Uzun Hikâye’yi izledikten sonra edindim. Bir daha da içimden atamadım. Osman Sınav’ın usta yönetmenliği, Kenan İmirzalıoğlu başta olmak üzere oyuncu kadrosunun mükemmelliği ve bunların hepsinin üstünde Mustafa Kutlu’nun aynı isimdeki kitabının konu olarak ele alınmış olması “kaliteli film” kategorisine direkt olarak dâhil ediyor bu güzel filmi de.

Küçüklüğümden beri çok sevmişimdir trenleri. Trenli hikâyeler de bu yüzden, çocukluğumu hatırlattığı için, benim için hep ayrı bir anlam taşımıştır. Ama Uzun Hikâye’yi izleyene kadar çocukluk hayallerimin bir yazar tarafından paylaşıldığını ve aslında o hayallerin hayata geçirildiğinde harikulade olabileceğini düşünmemiştim elbet. Bana göre onlar kendi iç dünyamın hayal ürünleriydi ve ben açıklayana kadar gerçekleşmesi mümkünsüzdü. Peki, neydi o zamanlar beynimin billur köşklerine taht kurmuş hayalim? Hemen anlatayım.

O zamanlar trenle çok seyahat ederdik. Haliyle vagonları, kompartımandan çıkıp koridorun penceresinin kenarında oyun oynamayı ve tüm bunları yaparken orayı kısa süreli evim olarak görmeyi huy edinmiştim. Özellikle kompartımanların kapılı ve içe açılan tarafın perdeli olmasından mütevellit odalara benzetirdim bu kutucukları. Düşünsenize, içinde en az yedi tane odası olan bir ev, daha ne olsun! Koridor penceresinin önünde hayallere dalarken de içinde bulunduğumuz o vagonda yolculuk bitene kadar değil de her daim yaşayabileceğimizi hayal ederdim. Kocaman pencereleri olan demirden bir ev! Biraz renksiz gibi görünüyordu gözüme ama boyanabileceğini ve hatta masmavi bir vagona

dönüşebileceğini de planlardım kafamda. Ayrıntıları da es geçmezdim kısacası. Ne kadar saf ve uçsuz bucaksız hayalleri oluyor insanın çocuk yaşlarda, öyle değil mi?

Hani diyor ya Yeni Türkü, “Biz büyüdük ve kirlendi dünya” diye en güzel şarkılarından birinde, evet doğru, biz büyüdük ve apartmanlara tıkıldık, hayallerimizi en fazla Fransız balkonlarla genişletebildik. Daraldı her şey, anlamsızlaştı ve renksizleşti büyük binaların duvarlarına çarpa çarpa. Hayal gücü renksiz olan yaratıklardan başka ne beklenirdi ki zaten? Ancak ne zaman ki Uzun Hikâye’yi izledim ki kitabı da zaten kütüphanemin en değerli parçalarındandır, o zaman birden bire yedi sekiz yaşlarıma dönüverdim. Aynı çocuksu heyecanları tattım her saniyesinde trenli sahnelerin. Onlarla sevindim, onlarla üzüldüm. Kısacası zamanında hayalimin içinde yaşadım iki saatlik de olsa.

Sonra durdum ve düşündüm. Bizler her zaman güzel hatırladığımız zamanlara özlem duyuyoruz. Saf ve masum olduğuna inandıklarımıza özlem duyuyoruz. Benim için tren yolculuklarımdı o an iyi ve güzel olan, o tren yolculuklarında kurduğum hayallerdi masum olansa. Belki başkası için de trenlerin yerini bir araba yolculuğu alıyor yahut bir yaz tatili, bilmiyorum. Ama güzel olan ve masum olan her şey özlenmeye ve fırsatını bulduğu her anda gizli kaldığı yerden birden fışkırmaya mahkûmdur. Bu kötü bir mahkûmiyet değil elbet, ancak duygu ve düşünce dünyamızın ne kadar daraldığının ve “güzel” olanları büyüdükçe ne kadar da az biriktirdiğimizin bir göstergesidir. İşte bu yüzden benim için “güzel” olan tren yolculukları ve tüm trenli hikâyeler gömülü olduğu yerden fışkırmaya mecburdur.

Bunlar İlginizi Çekebilir