Yazar
5 dakika okuma süresi
Nis 19, 2024

Etik Üzerine


Etiği sorgularken bireyin toplumdan ziyade kendinden başlaması en doğru başlangıç olacaktır. Öncelikle kendi bilincinin ve etik anlayışının nasıl oluştuğu ve ayrıca ne tür faktörler dolayısıyla geliştiği konusunda detaylı bir tetkik yapmalı. Bu perspektifi göz önünde bulundurarak toplumu, -olabildiğince- hiçbir ihtimali göz ardı etmeden ve -yine olabildiğince- ötekileştirmeden diyalektik bağlamda ele almalıdır. Bu şekilde varılan, sübjektif yargıların farkındalık çerçevesinde değerlendirildiği bir objektif yargı en doğrusu ve değerlisi olacaktır.

Günümüzde -dinsel ve kültürel yönden yozlaştırılmış- yozlaşmış olan toplumsal ahlak kuralları içerisinde bir bireyi incelemeye çalışmak varoluşsal sıkıntıları doğurmaktan ve faydalı bir sonuca varamamaktan ileri gidemeyecektir. İnsan doğru ve yanlışı kendi hür iradesiyle seçebilmelidir. Lakin burada bahsettiğimiz kişinin neyi seçtiği değil ne şartlar altında seçtiğidir. Bireyin bu seçimi yapana kadar yaşadığı olaylar, aile yapısı, psikolojik süreci, toplumsal baskı, vicdanen rahatsızlık ve doğumdan itibaren içimize ekilen özgürlük tohumu gibi bizi biz yapan ve kişiliğimizi büyük oranda etkileyen yapıları incelemek gerekmektedir.

İyi ve kötü nedir? Ne değildir? Kişiden kişiye farklılık göstermesine rağmen koca bir toplumu belirli bir kesimin ahlak anlayışından sorumlu tutmak doğru mudur? Yoksa herkesi kapsayan global bir ahlak anlayışı sağlanabilir mi? Doğrusu bu soruların cevapları sübjektif yargılardan öteye gidemediği gibi hiçbir kesinliği de yoktur. -Belki de felsefenin en güzel yanı kanıtlanabilir olmamasıdır.- Her insan kendi vicdanı doğrultusunda kararlar verir, kendi vicdanı tutarınca kendini kandırır. Ahlak felsefesinde mantık yolu gösterirken sonuca vicdan ulaştırır. Bir hırsız yaptığını bahanesi miktarınca meşrulaştırabilir; belki evde aç çocukları vardır, belki de -gerçekten- başka bir şansı kalmamıştır. Lakin bu onun bir hırsız olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu doğrultuda bakarsak Etik tartışılabilir bir olgu olmasına rağmen “gerçeğe” olan etkisi çok kısıtlıdır. –“Gerçek nedir? Kime/neye göre baz alınmalıdır? Gerçek diye bir şey var mıdır?” gibi soruları başka bir zaman bırakarak devam ediyorum.- Bu alegoride gerçek, kişinin hırsız olduğudur. Hırsızlık genel bağlamda yanlış bir davranış olmasına rağmen bir çok kişi içinde doğru bir davranış olarak sayılabilir. İşte burada devreye kişiye bu vicdani süzgeci yaptıran psikolojik süreç giriyor. Bireyin sıkıntılı bir aile yapısında büyümesi, toplum tarafından doğru olmayan(!) şeyleri yapması, yapmaması veya yapmaya/yapmamaya zorlanması, toplumsal baskıya maruz kalması ve bunların sonucunda kendini bu günlere yeterince sağlam bir şekilde getiremeyen psikolojinin kişiyi esir alması ve kararlarını baştan sona etkilemesi. Çoğu zaman hayatımızda önemsemediğimiz ufak bir virajın bile bizi hiç hayal etmediğimiz ayrımlara götürdüğünü varsayarsak, vicdanımız geçmişimizin bir yansımasıdır kuramını ortaya atabiliriz. Sonuçta bizi bu duruma getiren hayat çerçevesinde anlamlandırabildiğimiz olaylar karşısında -genelde- kullandığımız tek şey insanlık olarak elimizde bulunan ilk kılıç, yani vicdanımızdır. Ayrıca vicdan sübjektif bir olgudur. Kişiden kişiye farklılık göstermekle beraber birbirine yakın olan vicdani yapılar bir arada durmaya da meyillidirler. Ahlak bir grup insanı bir araya getirebilir ve insanları birbirinden ayırarak düşünsel ayrımcılığa sebep olabilir. Lakin başlı başına ayrımcı bir olgu olması nedeniyle global kolektif bir ahlak anlayışı maalesef fuzuli bir hayalden ileri gidemeyecektir. Farklılıklarımız kadar olduğumuz şu kısa yaşam döngüsünde en büyük farklılıklarımızdan birini kaybettiğimiz taktirde ne ahlakın ne de gerçeğin bir önemi kalmayacaktır. Global kolektif bir ahlak anlayışının gerçekleşmesi düşünsel ayrımcılığa karşı olsa dahi varoluşsal açıdan insanlığa vurulan en büyük darbe olacaktır.

“Peki toplumsal ahlak kuralları tarafından örselenmiş ruhumuz bu vicdanın neresinde?” Diye bir soru sorarsak ne olur? Gerçekten güzel bir soru olur. Toplum dediğimiz yapı varoluşsal sancıların acınası eserinden başka bir şey değildir. Ve istemsizce, daha insan oğlu fark edemeden varlığımızın bir parçası olmuştur. Tarihte nadiren de olsa insanları doğru yola iten ve olumlu bir düşünsel sürece girmesine önayak olduğunu gördüğümüz toplum genelde gerici ve insanı örseleyen bir rol oynar hayatlarımızda. Ve unutulmaması gerekir ki varoluşçuluğun ortaya çıkmasına yarayan yegane olgulardan biridir kendisi. Toplumun üzerimizdeki etkisinin azımsanamaz derecede olduğu gerçeğini referans alarak yola devam edersek aynı zamanda kendisi bizi biz yapan yegane şeydir. Ve özgürlük anlayışımızın da temelini oluşturur. Bu nedenle toplumsal ahlak kuralları tarafından örselenmiş ruhumuz vicdanımızın ta kendisidir.

Birey kendi eksikliklerinin farkında olup günümüze kadar yaşadığı dönemin psikanalizini ne kadar objektif bir şekilde yürütürse toplumsal etiği incelerken kullanacağı referans da o kadar sağlam olacaktır ve inceleme süreci de bir o kadar doğru ilerleyecektir. Başta da dediğim gibi kendini çok iyi tanıyan bir birey aynı zamanda hayatın ve toplumun diyalektik yapısını da kabullenmiş ise düşünsel süreci de bir o kadar mantıktan şaşmayacak ve doğru olacaktır.

Bunlar İlginizi Çekebilir