Hilal Başbozkurt
YazarHilal Başbozkurt
35 dakika okuma süresi
Haz 10, 2021

EDEBİYAT SOSYOLOJİSİ OKUMALARI


Sistematik bir disiplin olarak Avrupa’da 19. yüzyılda; Türkiye’de ise 20. yüzyıl sonrasında ortaya çıkan edebiyat sosyolojisi çalışmaları ciddi ölçüde 19. yüzyıl pozitivizminin ve sonrasındaki realist yönelimlerin etkisini taşır. Eleştiride eseri oluşturan sebeplere eğilen ve eserlerin oluşum biçimlerini belirleyen sosyal şartları irdeleyen kuramsal bakış ‘sosyolojik eleştiri’ olarak adlandırılır. Sosyolojik eleştiri, edebiyat sosyolojisi kavramını ifade etmez ancak içerikle ilgili okumalarda büyük ölçüde bilimsel bir metot olarak edebiyat sosyolojisi kavramının yerine kullanıldığını söylemek mümkündür.

16. yüzyıl sonrasında bilgi alanlarının özerkleşmesi Avrupa’da edebiyatın sadece zevk ve vakit geçirme aracı olarak algılanması sonucunu doğurmuştur. Robert Eescarpit’e göre 18. yy öncesinde edebiyat sadece aristokrasi ile ilişkilendirilen bir vakıadır. Üstelik bu dönemde edebiyat ‘yapılmaz’; ona ‘sahip olunur’. Bu sebeple halk ile sınırlandırılmış aristokratik zevk arasındaki ilişkiler açığa çıkmış değildir. Bundan dolayı etki gücünü yitiren edebiyat, 19. yüzyıldan itibaren toplumla yeni ilişki biçimleri kurma çabasına girmiştir. Bu sürecin devamında matbaanın icadı, toplum ve edebiyat arasındaki ilişkinin öncelikle burjuvalar arasında yaygınlaşmasını daha sonra kitleselleşmesini sağlamıştır. Bugün iletişim araçlarının yaygınlaşması edebiyatı kitlelerin kültürel gelişiminin temel araçlarından biri hâline getirmiştir.

Giambattista Vico 1725’te yayımlanan Scienza Nuova (Yeni Bilim) adlı eserinde, toplumsal şartların Tanrı tarafından değil; insan tarafından yaratıldığını savunur ve toplumsal kurumların o toplumun maddi koşullarıyla açıklanabileceğini söyler. Vico’nun söylemi, bilimin çalışma prensipleri ile uyum içinde olduğundan edebiyat sosyolojisi çalışmalarına da kaynaklık edecektir. Böylece bütün toplumsal kurumları; iklim, coğrafya, ulusal özellikler, geleneksel ve siyasî yapı ile açıklamaya çalışan sosyoloji metodu edebiyat araştırmasına da etki eder. Ardından Madam de Stael, Edebiyatın Toplumsal Kurumlarla İlişkisi Açısından İncelenmesi adlı eseriyle edebiyat sosyolojisinin başlangıcı olarak kabul edilebilecek bir girişimde bulunur. Bu eser, din karşısında dünyevî bir bakış açısını daha üstün tuttuğu için dönemi itibariyle ilgi çekici olmuştur.

Madame de Stael’in bir ülkenin sosyo-politik durumu ile o ülkede üretilen edebiyatın baskın unsurları arasında var olan ilintilere dikkat çekmeyi amaçlayan çalışmasını; Hyppolyte Taine’nin ağırlıklı bir biçimde doğa bilimlerinin metotlarından yararlandığı ve ırk, çevre ve zaman kavramlarını odağa aldığı çalışmaları takip eder. Herder, yine pozitivist bir tavırla geliştirdiği çalışmalarla; ‘zamanın ruhu’, ‘ırkın ruhu’ gibi kavramları ortaya çıkarır. Bu kavramlar, daha çok yazarın çağının ruhunu yansıtması ve mensubu olduğu toplumsal ilişkilerin ve törelerin temsilcisi olduğu düşüncesi üzerine odaklanır.

Taine ise edebi eser karşısında portakal ağacını inceleyen bir bilim adamı olarak pozitivisttir. Irk, çevre ve zaman ölçütleri ile bilimsel analizler hedefleyen Taine’in, edebiyat sosyolojisi konusunda bir kurucu olarak anılmamasının nedeni; “19. yüzyılda gelişen sosyal bilim anlayışının doğal bilimlerde bulunacağı sanılan ‘yasalara’ benzer yasaları arama tutkusudur”. Bu çalışmadan sonraki süreçte şiir ve edebiyat incelemesinin tıp veya botanikteki metotlarla aynı sonucu vermeyeceği eleştirisi, edebiyat sosyolojisi çalışmalarının yönünü kısmen de olsa değiştirmiştir. Hermeneutiğin kurucusu kabul edilen Wilhelm Dilthey, sanat çalışmasında ifade edilen içerikle insan tininin belli çağ ve kültürlerde ortaya çıktığı biçimsel özün belirli bir ortaklık taşıdığını savunur. Ona göre her büyük sanatçı çağının kültürel yapısı ve düşünsel süreçleri ile çarpışarak ve bu ilişkileri içselleştirerek eserini yaratır. Yine Dilthey’e göre roman ise; “yaşamı, fiziksel/fizyolojist bağlantıları olan ve bu bağlantıların türevi olan psikolojik/toplumsal bağlantılar çerçevesinde tasvir etme formudur.”

Edebiyat sosyolojisi, akademik ve bilimsel bir nitelik kazanmadan evvel edebiyat-toplum (toplumsal kurumlar/toplum ilişkileri) çerçevesinde yapılan çalışmalar kanalıyla bir oluşum evresi yaşamıştır. 19. yüzyılda Batı’da bu tür çalışmaların ilk örnekleri verilmiş, ancak özellikle 20. yüzyılda söz konusu gayretler belli yöntem ve bakış açısıyla gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Daha sonra bilimsel ve akademik bir nitelik kazanan edebiyat sosyolojisi, çeşitli araştırma ve incelemelere esin kaynağı olmuştur.

Edebiyat sosyolojisinin gerek akademik disiplin gerekse toplum-edebiyat çalışmaları çerçevesinde Batı’da ortaya çıkıp gelişmesinde önemli isimlerin katkıları olmuştur. Bu isimler arasında Madam de Stael, Hippolyte Taine, Louis de Bonald, Wilhelm Dilthey, Georg Lukacs, Gustave Lanson, Lucien Goldmann, Mihail M. Bahtin, genelde Frankfurt Okulu mensupları özelde Leo Lowenthal, Theodore W. Adorno gibi kuramcılar ve daha sonraları Robert Escarpit, Guy Michaud, Pierre Macherey, Lewis Coser, Alan Swingewood, Terry Eagleton, Raymond Williams, Francis E. Merrill, Diana F. Laurenson, John Hall, John Orr, Marry F. Rogers, Wendy Griswoold sayılabilir.

Avrupa’da Raymond Williams’ın çalışmaları ile enstitü çerçevesinde disiplinler arası bilimsel bir boyut kazanan edebiyat sosyolojisi, 1970’lerde görünür hâle gelmiştir. Richard Hoggart, Francis Barker, Colin Mercer ve Graham Murdock gibi isimler de aynı gayreti İngiltere’de ortaya koymuşlardır. Bu dönemde Tony Bennett, John Hall, Andrew Milner, David Morley, Charlotte Brunsdon, Jim Mc Guigan, Janet Wolff, Rita Felski, Lucien Goldmann gibi isimler de edebiyat sosyolojisini Marksist estetik açıdan tanımlamaya çalışmışlardır.

Türkiye’de edebiyat sosyolojisi çalışmalarında akademik yönelim henüz oldukça yenidir. Genel sosyoloji literatürü göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’de çalışma yapan sosyologların edebiyata ilgisinin sınırlı olduğunu söylemek mümkündür. Türk sosyologlardan edebiyatla ilgilenmiş isimler arasında Ziya Gökalp, Hilmi Ziya Ülken, Erol Güngör, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Niyazi Berkes, Behice Boran, Mediha Berkes, Nurettin Şazi Kösemihal, Cahit Tanyol, Nurettin Topçu, Şerif Mardin, Sabahattin Güllülü, Ömer Naci Soykan gibi isimler sayılabilir. Son yıllarda yeni kuşak sosyologlar arasında alana ilginin arttığı görülmektedir.

Ziya Gökalp, Hilmi Ziya Ülken, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Niyazi Berkes, Behice Boran gibi isimleri Türkiye’de edebiyat sosyolojisi konusuna ilgi duyan ilk araştırmacılar olarak ayrıca zikretmek gerekmektedir. Özellikle N. Şazi Kösemihal, Türkiye’de edebiyat sosyolojisinin akademik ve bilimsel nitelik kazanmasında öncü rol oynamıştır. Şerif Mardin, roman ile toplumsal değişim ve Batılılaşma arasında ilgi kuran yazılarıyla; Baykan Sezer, Kemal Tahir’den hareketle sosyolojik bir teori geliştirme girişimiyle dikkat çeken bilim adamlarıdır. Türkiye’de edebiyatı toplumsal/sosyolojik analizlerde bir kaynak ve temel birim olarak kullanan sosyal bilimcilere, ek olarak şu isimler de belirtilebilir: Halil İnalcık, Kemal Karpat, Taner Timur, Orhan Okay, Berna Moran, Gürsel Aytaç, Murat Belge, Jale Parla, Nüket Esen, Yıldız Ecevit, Nurdan Gürbilek, İnci Enginün, Sadık K. Tural, Kurtuluş Kayalı, Durali Yılmaz, Nurullah Çetin, Mehmet Tekin, Şaban Sağlık, M. Fatih Andı, Erol Köseoğlu, Duygu Köksal, Süha Oğuzertem, Köksal Alver, Laurent Mignon, Vefa Taşdelen, Mustafa Özel, Mehmet Narlı, Demirtaş Ceyhun bu isimlerden bazılarıdır.

Sonuç olarak edebiyat sosyolojisi üzerinde yapılan çalışmalar, başlangıcından itibaren sınırları ve usulleri tam olarak netleşmemiş olan metodolojik bir belirsizlik içermektedir. Avrupa ve Amerika’da da edebiyat sosyolojisi, çok sesli ve belirsiz bir girişim olarak tanımlanmaktadır. Çokseslilik disiplinler arası çalışmanın bir avantajı olarak değerlendirilebileceği gibi çalışma alanının çerçevesinin belirlenmesi konusunda bir dezavantaj olarak da görülebilir. Bilimsel araştırma alanlarının ve bu alanların alt başlıklarının içinde dağınık bir biçimde var olan edebiyat sosyolojisi, bu alanların her birinin kendi teori ve metotları ile sınırlandırılmıştır. Dolayısıyla daha çok yeni ve yetersiz bir çalışma alanı olarak şekillendirilmiştir. Bu sebeple tanımlama girişimleri çok net ve basittir. Belirsizliği kadar araştırmacılar için heyecan verici ve bakir bir alan olan edebiyat sosyolojisi çalışmalarının bir metot oluşturabilmesi için edebi metnin ve edebi formların veya sosyal olay-durumlar ve metinler arasındaki ilişkinin yeni bir yaklaşımla daha ayrıntılı bir yolla anlaşılması gerekir. Zira edebiyat sosyolojisi çalışmaları çok yönlü, bilimsel, canlı ve nitelikli bir girişimdir.

Diğer taraftan edebiyat sosyolojisi, bazı araştırmacılarca uzun süreden beri -yanlış bir biçimde- tarihsel eleştirinin yerine kullanılmaktadır. İki kavram arasındaki bu mesafe oldukça yaklaşmış ve sıradanlaşmıştır. Bu sıradanlaşma karşısında F. English ve Rita Felski, sosyolojinin gölgesinde ilerleyen ve tarihsel eleştiri ile karıştırılan kıta Avrupa’sının bu durağan algısını kırmak üzere projeler geliştirmişlerdir. 1980’lerden itibaren İngiltere, Avusturya ve Amerika merkezli bu disiplinler arası çalışmalar, bir yöntem oluşturmak konusunda oldukça verimli olmuştur. Raymond Williams ve Lucien Goldmann gibi araştırmacıların bu alandaki çalışmaları Escarpit’in eedebiyat sosyolojisi algısını oldukça geliştirmiştir. Fakat sosyolojinin ve edebiyat araştırmasının bilimsel olma kaygısı ile yöneldiği niceliksel verilere yaslanma zorunluluğu ve özellikle Tony Bennet’in edebiyat sosyolojisine katkısı, edebiyat sosyolojisinin niceliksel yöntemlerle uyumlu çalışabilmesi yönünde olmuştur.

Bugün gelinen son noktada edebiyat çalışmalarının niceliksel veriler ışığında geliştirilmesi, umut vaat edici bir yönelim olduğu kadar sanatın ruhunu kavrama isteği karşısında belirli tehlikeleri de içinde barındıran bir yönelim olarak dikkat çekmektedir. Edebiyat sosyolojisi çalışmaları istatistikten ve bilgisayar destekli niceliksel analizlerden yararlanmalı; fakat edebiyatın kendine özgü, somuta indirgenemeyen dünyasını yok saymadan objektif yorumlar üretilebilecek bir mecraya doğru ilerlemelidir.

a. Edebiyat ve toplum ilişkisini değerlendiriniz. Çalışmanızı eğitim hayatınız süresince okuduğunuz, aklınızda kalan edebi metinlerden yola çıkarak ele alınız. (en az 10, en fazla 20 sayfa)

Edebî eserde dikkat çekilen içeriğin toplumun bir yansıması olduğu düşünüldüğünde türü ne olursa olsun bu içerikle toplumsal meseleler arasında çok çeşitli yönlerden ilişki kurulabilir. Ekonomi, siyaset, toplumsal yapı, gelenek, dil, ideoloji gibi birçok kavram; eserlerin içeriği üzerinden sosyoloji ile bağ kurabilecek özellikler taşır. Köksal Alver şu sözleriyle bu konuyu açıklamıştır: “Edebiyat sosyo-kültürel ortama ait bir gerçeklik olduğundan, toplumsal sorunların incelenmesi açıklanması ve yorumlanmasında edebiyatın göz önünde bulundurulması gerektiği öne sürülür.” Edebiyat ve sosyoloji arasındaki ilişki birisi sadece bir sanat, ötekisi bilim dalı olan iki düşünme biçiminin ortaklaşa çalışması olarak ifade edilemez. Zira sanatkâr, eserin kendisi ve okuyucu, sosyolojik açıdan başlı başına incelenebilecek kategorilerdir.

Sosyolojinin üzerine eğildiği ilişkiler ağının yaratıcılarından biri kuşkusuz edebiyattır. Edebiyat düşünce ve duygunun ifadesi ile birlikte toplumsal ilişkiler kurmaya başlar. Diğer taraftan birbirini hiç tanımayan insanlar arasında bir duygudaşlık, farklılık, çatışma gibi birçok ilişki biçimi inşa eder. Ancak edebiyat aracılığıyla oluşan bu ilişki biçimlerinin içerdiği estetik, ideolojik, kültürel ya da psikolojik kodlar, sosyolojinin incelediği diğer ilişkilerle de bağlantı içerisindedir. Bu durum edebiyat sosyolojisinin özgün ve yaratılmış bir biçimde değil; çok karmaşık bir ilişkiler ağı çerçevesinde algılanmasına imkan verir.

Edebiyat araştırması ve edebi metinlerin, sosyolojiye malzeme temin ettiği aşikârdır. Çünkü “edebiyatın siyasî gücü sağlamlaştırmaktan Tanrı’yı övmeye, ahlak eğitimi vermekten aşkın bir hayal gücünü örneklemeye, yapay bir din hizmeti sunmaktan büyük ticari şirketlerin kârlarını arttırmaya kadar ilerleyen” sosyolojik işlevleri vardır. Bu malzemenin sosyologlarca değerlendirilirken edebiyatın kendine has özelliklerinin dikkate alınması gerekir. Sosyologların edebî metinden veya edebiyat araştırmasından elde ettikleri malzemeyi eleştiriye tabi tutmaları zorunludur. Aksi takdirde edebiyat ve sosyoloji arasındaki ilişki verimli bir alan oluşturmaktan uzaklaşacak ve bilimsel bilginin tasnifinde de problemler ortaya çıkacaktır.

Sosyoloji açısından bakıldığında edebiyat sosyolojisi, toplumu anlamlandırmak için edebiyatı ekonomik, siyasi, kültürel tüm yönleri ile bir malzeme olarak kullanıp ondan toplumsal sorunların çözümünde bir veri sağlama aracı olarak düşünülebilir. Yani esas olan toplumsal araştırmadır. Edebiyat bunun için tali bir yoldur. Sosyolojinin bir bilim alanı olduğu düşünüldüğünde edebiyatın yarattığı etkinin tümünü kuşatamadığı varsayımı, edebiyat araştırmasının sosyoloji ile oluşturduğu çatışma alanlarından biri olarak kabul edilir.

Edebiyat, sözlü ve yazılı ürünler aracılığıyla toplumun kültürel birikimini oluşturur. Toplumun duygu, düşünce ve hayalleri; sosyal yaşamı, inançları ve değerleri onun aracılığıyla dile getirilir. Sanat, siyaset, bilim, felsefe, ekonomi, din, tarih gibi her alan; sevgi, nefret, korku, öfke, üzüntü, sevinç, arzu, aşk, mutluluk, mutsuzluk gibi her duygu; kısacası insanı ilgilendiren her şey edebiyatın ilgi alanına girer. Bu anlamda edebiyat, toplumların duygu ve düşüncelerinin yansıdığı alandır. Kültür ve uygarlığın bileşeni, ifadesi, ayrılmaz bir parçasıdır.

Bir toplumun dili, dini, siyasal yapılanması, ekonomik düzeyi, sosyal tabakalaşma biçimi, toplumsal değişim ve dönüşümü gibi pek çok unsurla o toplumun edebiyatı arasında ilişki vardır. Edebiyat; toplumsal varoluşun ve millî kimliğin düşünce ve sanat alanında inşası, temsili ve gelecek kuşaklara aktarımında önemli bir araçtır. Siyasal gelişmeler, savaşlar, göçler, din ve medeniyet değişiklikleri gibi toplum hayatını derinden etkileyen her şey, edebiyatta yankı bulmuştur. İnsan ve toplum hayatındaki her değişim edebiyatı kuşatmış, edebiyatça kuşatılmıştır.

Dil, zihniyet, aile, sosyal çevre, fikir ve inançlar gibi tüm değerler dizgesi toplumsal katkıyla inşa edilir. Sanatçının, eserini üretirken toplumsal gerçeklikten bağımsız hareket etmesi düşünülemez. Sanatçı ait olduğu toplumun kültür kodlarını taşıdığından edebiyat, içinde doğduğu sosyal yapının tanığı durumundadır. Toplum sorunlarını dile getirir, bunu yaparken de toplumsal değişime etkide bulunur. Toplumsal değişim ve dönüşümde önemli rol oynar, içinde geliştiği sosyal yapıyı etkiler ve biçimlendirir. Toplumu etkileyen edebiyat, aynı zamanda toplumdan etkilenir. Sonuçta edebiyat ve toplum, birbirini etkiler ve geliştirir.

Edebiyat-toplum ilişkisi, toplumsal kurumlarla edebiyatın ilişkisini tartışmayı gerektirir. Edebiyat, bir toplumsal kurum olarak diğer toplumsal kurumlarla ilgili ve ilişkilidir. Din, Eğitim, Aile, İktisat, Siyaset gibi temel kurumlar açısından edebiyat önemli içerikler sunmaktadır.

Edebiyat ve Din: Eski dönemlerden beri edebiyat ile din arasında bir bağ bulunmaktadır. Edebî eserlerde sıklıkla din ve inançlar konusu ele alınmıştır. Bazen edebiyat dini yüceltmiş, dini ritüellerin aktarılmasını ve tanıtılmasını sağlamıştır. Bazen de dinleri, inançları ve ritüelleri eleştirmiştir. Edebiyat ile din bir şekilde ilişkili olmuştur. “Edebiyat ile dini yan yana getiren şey elbette her şeyden önce bir ‘insan oluşlukla’ bağlantılıdır. Edebiyat da, din de insan için vardır, edebiyatta da, dinde de insan merkezdedir. Edebiyat insanın ‘estetik’ beğenilerini yükseltir, din ise ‘etik’ alanına müdahale eder. Toplumun oluşması için olmazsa olmaz olan insan, edebiyatın da, dinin de kaynağını teşkil eder” (Sarı, 2014: 39).

Din, edebiyata bir yönüyle de kaynaklık etmiştir. Edebiyat ile din arasında farklı toplumsal ilişkiler kurulabilir. Edebiyat sosyolojisi, din-edebiyat ilişkisinin değişik yönlerine eğilebilir.

Edebiyat ve Aile: Edebiyat ve aile ilişkisi değişik açılardan ele alınabilir. Bir toplumsal kurum ve ortam olarak ailenin edebiyata ve sanata etkisi tartışılabilir. Kimi aileler sanat ve edebiyata fazlasıyla değer verir, edebiyata değer vermeleri çok önemlidir. Sanat ve edebiyatı destekleyen aileler, toplumsal tarihte önemli roller üstlenmiştir. Edebiyatın aileyi yansıtan bir alan olmasının yanında bazen aile ortamı edebiyatın doğuşunda ve öğrenilmesinde etkili bir aktör haline de gelebilir. Bir edebiyat alanı olarak aile, kimi sanatların öğrenilmesinde, pratik edilmesinde, sergilenmesinde ve daha önemlisi aktarılmasında önemli görevler üstlenebilir.

Edebiyat ve Eğitim: Edebiyat ve eğitim ilişkisi, sanat ve toplum ilişkisinin önemli bir ayrımını ifade eder. Sanatın ve edebiyatın topluma etkisi, yansıması, toplumdaki karşılığı eğitim kurumu özelinde daha net izlenebilir. Edebiyatın kendisi bir eğitim kurumudur öncelikle. Kendi başına bir kurumdur. Edebiyat, eğitim sürecinin bir görünümüdür; belli aktörler arasında öğrenilen, tecrübe edilen ve yayılan bir yapı sunar edebiyat. Öğreticiler ve öğrenciler edebiyatın eğitim işlevlerinin gerçekleştirmesini sağlarlar. Edebiyat önemli bir eğitim aracı ve modelidir. Bazı toplumsal ve insani hususların aktarılması ve tanıtılması bakımından hayati önem taşır. Toplumsal değerlerin aktarılmasında, genç kuşaklara benimsetilmesinde etkili bir kurum olarak işlev görür.

Edebiyat ve Siyaset: Edebiyat gerek içerik olarak gerekse toplumsal ilişkiler bakımından siyasetle ilgilidir. Siyaset toplumsal ilişkilerin odağındadır. Edebiyat ve sanat tam anlamıyla siyasetin dışında kalamaz. Siyaset edebiyatın işleyişini, içeriğini belirleme gücüne sahiptir. Ancak bu her zaman böyle işlemez; edebiyat siyaseti eleştirme, değiştirme, ters yüz etme gücüne de sahiptir. Edebiyat ile siyaset karşılıklı ilişkiler içindedir; birbirlerinden soyutlanamazlar. Aynı din konusunda olduğu gibi siyaset konusunda da, edebiyat kimi zaman siyaseti meşrulaştırırken kimi zaman da eleştirir.

Edebiyat ve siyaset ilişkisi aynı zamanda ideoloji kavramını hatırlatmaktadır. Bir dünya görüşünü, bakışını ve yaklaşımını ifade eden, kişiye belli bir bakış açısı sunan ve bir açıdan bakmayı öneren ideoloji, edebiyat gibi bütün insan eylemlerine dâhil olabilmektedir. İdeolojik bakış, ister istemez insan sorunlarını sadece belli açılardan değerlendirmeyi, belli bakışlarla yorumlamayı zorunlu kıldığı için eylemleri kısıtlayıcı bir mahiyet arz edebilir. Sanat ve edebiyat da böylesi bir bakış ve yaklaşımdan uzakta değildir. Zaman zaman sanat ve edebiyatın ideolojik bir açıklama biçimi hâline gelmesi söz konusudur. Bu anlamda edebiyat bir ideolojinin propaganda aracı haline de sokulabilir.

Edebiyat ile siyaset arasındaki ilişki edebiyat-iktidar ilişkisini de hatırlatmaktadır. “İktidarla edebiyat arasındaki ilişki çok yönlü ve karmaşık bir ilişkidir. Ancak gayet açık olan durum şudur ki, iktidar, toplumu biçimlendirirken ürettiği kültür politikaları aracılığıyla sanat ve edebiyata direkt müdahale eder… Açık ya da örtük ilişkiler nedeniyle edebiyat her zaman siyasidir” (Şakar, 2014: 106). Gerek iktidar gerekse siyaset doğrudan edebiyatla ilgili olmuştur. Edebiyat ilişkileri ile siyasi ilişkiler bir şekilde etkileşim ve karşıtlık içinde olmuşlardır.

Edebiyat ve Ekonomi: Sanat ve edebiyat ile ekonomi kurumu arasında doğrudan ilgiler bulunmaktadır. Sanatsal üretim bir yönüyle ekonomi kurumundan etkilenir ve kimi zaman onu etkiler. Edebiyatın ekonomi alanında bir piyasa oluşturması söz konusudur. Edebiyatın üretilmesi, yayılması, dağılması, tüketilmesi, okunması ekonomi kurumunun içerisinde gerçekleşir. Edebiyat ticari bir ilişkiye meydan vermektedir.

Edebiyat ve Boş Zamanlar: Edebiyat toplumsal kurumlar arasında boş zamanlarla ilişkilendirilmektedir. Boş zamanlar insanların çeşitli etkinlikler sergilediği bir zaman dilimidir. Edebiyatın okunması, edebiyat süreçlerinin oluşması, kitap fuarları, imza günleri genelde boş zamanlar kurumu içinde değerlendirilmektedir. Boş zaman sanatsal ve edebî uğraşlarda bulunmak için kurgulanmış ve insanların hizmetine sunulmuştur. Sanat ve edebiyat öyle olmamasına karşın, boş zaman uğraşı olarak kabul edilmiştir.

Edebi Eserlerde Toplum ve Sosyoloji

Reşat Nuri Güntekin - Acımak

Reşat Nuri Güntekin 1928 yılında yayımlanan Acımak isimli romanında; çalışkan, başarılı, fakat zaaf gösterenlere karşı acımasız olan Zehra Öğretmen ile babası Mürşit'in bakış açılarından dramatik yaşam öykülerini aktarıyor. Yazar, cumhuriyet öncesinde yeni mezun, idealist genç bir mülkiyelinin, iş ve sosyal yaşamdaki çatışmalarını ve uyumsuz ilişkilerini anlatırken, dönemin memuriyet yaşamına, köhne yapısına ait önemli ipuçları da veriyor. Şehirden kasabalara sürüklenirken, ardında birer birer ilkelerini de bırakan genç adam hatalı bir evlilikle korkunç bir sona doğru sürükleniyor.

Acı ve sefaletle dolu ortamdan tesadüfle sadece kızı Zehra'yı kurtarabiliyor. Acımak; aile içi ilişkileri ve sorumluluklarını, adeta ders verir gibi gözler önüne seriyor.

Reşat Nuri Güntekin'in 1928'de yayımlanan romanı yazıldığı dönemin konularını işler. Kendisi de görevleri nedeniyle Anadolu'da bulunmuş olan yazar romanındaki karakteriyle gördüğü sorunlara değinir.

Romanda Zehra'nın babası olan Mürşid Efendi, Anadolu'da geçirdiği zamandan, Anadolu insanından bahseder. Anadolu insanı İstanbul'a kıyasla ihmal edilmiş ve biraz geri kalmıştır. Bölgede güvenlik pek yoktur. Dönemin şartlarının elverişsiz ve hizmetlerin yetersiz oluşuna değinilir. Örneğin Mürşid Efendi arkadaşlarının Anadolu'ya tayin istememesini, ''Anadolu'da insanlar suyu kirli diye ölmekte.'' diyerek anlatır.

Ayrıca eserde bürokrasideki çarpıklıklar, adam kayırma ve aksaklıklar da işlenir. Öyle ki romanda, atanmak için hiçbir tanıdığı olmayan Mürşid Efendi yüksek makamları tek tek dolaşıp el etek öpmek zorunda kalır.

Halide Edip Adıvar – Yeni Turan

Toplumsal açıdan incelediğimiz bir diğer roman da Halide Edip Adıvar’ın Yeni Turan adlı eseri. Meşrutiyet döneminde edebiyat ve fikir dünyasına adım atan Halide Edip’in (1882-1964) hemen tüm hayatı boyunca üzerinde durduğu esas sorunlardan biri şüphesiz ki, kadınların toplumsal bir özne haline gelmeleri sorunu ya da kısaca, “kadın sorunu”dur. Türk toplumunda kadınlara yönelik “ikinci sınıf insan anlayışı”nın ne dinde, ne kültürde, ne de tarihte bir temelinin olmadığını düşünen Halide Edip, bu anlayışın temeline toplumsal ilişkileri ve önyargıları koyar; çözüm yolunu ise eğitim kurumunda arar. Bu dönemde başta Tanin gazetesi olmak üzere çeşitli gazetelerde yayınladığı yazılarla kadın sorununa dikkat çeker. Fikir yazılarının yanı sıra, tefrikaları da oldukça ses getirir ve bu tefrikalar, kısa zamanda kitap olarak ayrı baskılar yapar. Bu eserleriyle artan ününü Halide Edip, kadın hakları konusunda birtakım sivil toplum faaliyetlerinde kullanacak ve gerek Türk basınında, gerekse de yabancı basında “Türk feminizminin öncüsü” olarak anılmaya başlanacaktır.

Halide Edip’in bu romanda ortaya koyduğu siyasi ve sosyal projeler, devletin bekasını sağlamanın yanı sıra, Meşrutiyet dönemi Türk toplumunun değişim talebinin devlet, siyaset ve toplum kuramına bütünlüklü bir yansımasıdır. Bu projeler, kurgusal bir Yeni Turan Fırkası ile Yeni Osmanlılar Fırkası arasındaki iktidar mücadelesi üzerinden ifade edilir. Etnik unsurlar arasında barış ve kardeşliğin sağlanması, milli varlığın güçlendirilmesi, milli gururun yükseltilmesi ve kadınların eğitim yoluyla toplumsal bir özne haline gelmeleri, romanın ele aldığı sorunlardan birkaçıdır.

7 Eylül 1912 tarihinde “Tanin” gazetesinde tefrika edilen ‘Yeni Turan’ romanı, 1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyet sonrası ortaya çıkan siyasî ve sosyal olayları irdeler. II. Meşrutiyet’in getirmiş olduğu hürriyet ve özgürlük sevinci, dönemin diğer sanatçıları gibi Halide Edip Adıvar’ı da derinden etkiler. Bu etkiler, yazarın yazın hayatında değişik şekillerde ifade bulur. ‘Yeni Turan’ romanı da bu etkilerin açık bir şekilde yer aldığı bir eserdir. Dönemin siyasî ve sosyal olaylarının siyasî ve ideolojik bir yansıması olan eser, yaşamın siyasete, siyasetin yaşam alanlarıyla ilişkisini kurmaca dünyaya taşır.

Halide Edip’in siyasî ve sosyal alandaki milliyetçilik düşüncesi ve düşünün kurgusu olan ‘Yeni Turan’ romanında, Ziya Gökalp’ın büyük tesirleri vardır. Ziya Gökalp için; “Onun, başta Yeni Turan olmak şartıyla ilk eserlerimin üzerinde büyük tesiri vardır.” (Adıvar 2008: 189) diyen yazar, Gökalp’ın siyasî ve kültürel fikirlerinin bir kısmını bu eserinde içselleştirir. ‘Yeni Turan’ ülküsü, atalar ruhunu geçmişten günümüze ve günümüzden geleceğe taşımayı amaçlayan yeni bir hayat, yeni bir doğuştur. Bu açıdan romanda ele alınan; yeni hayat, kuruluş ve kurtuluş, sosyal-bireysel yabancılaşma, siyasî-politik ve kültürel çatışma gibi izlekler dönemin meseleleri olarak çağın akışında yankılanır. Romanda yeni ile eski, değişim ile düzen, kuruluş ve kurtuluş arzuları gibi izlekler, kişi, kavram ve simgeler üzerinde verilerek toplumun içinde bulunduğu çıkmazlar, tarihsel gerçeklik içinde irdelenir.

Romanda toplumsal yabancılaşma, Yeni Osmanlılar Partisi ile Yeni Turan Partisinin yandaşları arasında görülür. İdeolojik bir söylemin sağlıksızlaştırdığı sosyal yaşam, toplumsal çatışmayı körükler.

Ahmet Hamdi Tanpınar – Saatleri Ayarlama Enstitüsü

İncelediğimiz bir diğer eser de Saatleri Ayarlama Enstitüsü’dür. Tanpınar, bireyin ve toplumun yaşamındaki saçmalık ve tutarsızlıklar ile kurumların işlevselliğindeki aksaklıkları derin bir eleştirel bakış açısıyla ortaya koymaktadır. Toplumun hatalı yönlerini sadece eleştirmekle kalmayıp, ayrıca bu hatalı yönleri ironik bir yaklaşımla dile getirmektedir. Tanpınar'ın estetiğinde ironi gibi dolaylı yollarla toplum ve kurumların durumunu yansıtma şekli önemli yer tutmaktadır. İleri, S.A.E. 'nü "göz kamaştırıcı bir ironi" (1996:13) romanı olarak tanımlar.

Tanpınar bu romanında, Türk toplumunun yaklaşık iki yüz yıllık uzun bir dönemini ele almaktadır. “Söz konusu hicvin son elli yıllık Türk toplumuna yöneltilmiş olması gerekir. Ama, Tanpınar, İrdal'ın hayatı içine sıkıştırılan bu elli yıllık zaman diliminde, toplumumuzun çok daha geniş bir tarih süreci içinde geçirdiği bunalımı anlatmaya çalışmaktadır. Birinci bölüm Tanzimat öncesini ele almaktadır, ikinci bölüm Tanzimat dönemini, üç ve dördüncü bölümler de Cumhuriyet döneminin başlarını ve devamını" (Moran, 1991:224 ). Dolayısıyla yazar, farklı dönemde yaşamış olan nesilleri ve Türk toplumunda yaşanan sıkıntıları bir zaman tüneli perspektifinde sunmaya çalışmaktadır.

Hayri İrdal'ın, Halit Ayarcı ile tanışmadan önceki yaşamı Tanzimat öncesi Türk toplumunu ya da Tanzimattan itibaren Türk toplumunda ortaya çıkan süreçte eski yaşama bağlılığı sürdürmek isteyen kesimi temsil etmektedir. Ayarcı ile tanıştıktan sonra onda gözlemlenen değişiklikler, Türk toplumunda Tanzimatla başlayan anlayış değişikliliklerini sembolize etmektedir. Aynı zamanda İrdal'ın kişiliğinde gözlemlenen değişiklikler ve yaptıklarının doğru olmadığını belirtmesi, fakat buna karşın çaresizlik ya da kararsızlık içerisinde tasvip etmediği davranışları sergilemesi, Tanzimattan itibaren batı kültürü ile doğu ya da Türk kültür ve değerleri arasında bocalayan bireyleri sembolize etmektedir

İrdal'ın dedesi Tanzimattan önceki dönemde dünya işlerinden el çekip sadece ahiret için çalışma anlayışında olan kesimi veya kişileri temsil etmektedir. Aslında bu örnekten hareketle de Tanpınar, Türk toplumunun ilerleme ve gelişim adına, Avrupa'nın medeniyet yolunda gösterdiği ilerlemeyi takip etmeyip miskin bir hayat felsefesi ile sürdürdüğü yaşam biçimini eleştirmek istemiştir . Bununla birlikte İrdal'ın babasının arkadaşı Nuri Efendi gibi kişiler aracılığıyla, l7.yüzyıla kadar Türk toplumunda çok önemli işler başarmış kişileri hatırlatma gereksinimi duyar: "Zevkimizin o tam inkişaf ve istikrar devri onyedinci asır sonunun insnı"(Tanpınar, 1970:27). Böylece Tanpınar, Türk toplumunun tarihinde güzel işler başardığını anlatmak istemiştir. Fakat nedense Avrupa'nın 16. yüzyılda rönesans ve reform hareketleriyle gerçekleştirdiği ilerlemelere, 17. yüzyıldan itibaren Türk toplumu ilgisiz kalmış ve bu nedenle de çökmeye başlamıştır. Her ne kadar ısiahatlar adı altında bazı düzenlemeler yapılmaya çalışılsa da Tanpınar'a göre, Türk toplumu ciddi anlamda atılması gereken adımları atmayıp gerçek boyutta bir ilerleme kaydedememiştir. Daha çok gelişme adına yapılan değişimlerde de tutarlı davranmamıştır. Sonuçta batı medeniyetini yakalamak adına atmaya kalktığı adımlarda, sistemi yenilernek yerine, gereksiz ve önemsiz ayrıntılarla uğraşılmış ve hatta batı medeniyetini yakalama adına bazı saçma davranışlar sergilemiştir.

Tanpınar, romanında tarihsel dönemler ve değişimler çerçevesinde toplumsal gerçeklikler ile kurumların işleyiş mantığını çarpıcı boyutlarıyla yansıtmaktadır. Aynı zamanda doğu-batı ikilemi ve değişim sürecinde bireylerin yaşadığı değerler karmaşası ve kimlik bunalımına da yer vermektedir. Söz konusu romanının tezli bir roman olduğu iddiasında bulunmamakla birlikte, Türk toplumundaki çarpıklıkları ve yanlışlıkları, etkileyici ve ironik bir üslupla ortaya koyan en önemli yapıtlardan birisi olduğu açıktır. Bu romanda yazar, Türk toplumunu bireysel, kurumsal ve toplumsal boyutta, kültürel, davranışsal ve çalışma etiği açısından çok ciddi bir şekilde eleştirmektedir.

Yaşar Kemal – Yılanı Öldürseler

Edebî eser ile toplum arasında sıkı bir bağ vardır. Yaşar Kemal’in Yılanı Öldürseler adlı eserinde toplumun belirli bir kesitinin düşünce, davranış ve eylemlerinin yansımasıdır.

Toplumun değer yargılarındaki yanlış üzerine kurgulanmış olan bu roman, kadınların ve çocukların eğitimsiz bir toplum içindeki, çaresiz ve korumasız durumunun hüzünlü öyküsüdür. Bu hüzünlü öykü, bu çalışmada suç sosyolojisinin verileri ışığında sosyal çevre ve suç ilişkisi bağlamında ele alınmıştır. Bu çalışma; Yılanı Öldürseler adlı romanı, romanın altını çizdiği toplumsal yapının küçük bir çocuğu suça itebileceği tezinden hareketle sosyal psikolojinin çalışma alanlarından olan çocuk suçluluğu kavramı çevresinde ele alarak eserin estetik değerini ortaya koymaya çalışmıştır.

Romanın sonunda anlatıcı, kendisinin ve Hasan’ın hapishaneden çıkmalarından yıllar sonra tekrar karşılaştıklarını söyler. Bu karşılaşmaya dair Hasan’ın evlenmiş, mal mülk ve aile sahibi olmuş olması anlatılır. Hasan, anne katili olarak değil, işinde gücünde normal bir yaşam süren genç bir adam halinde betimlenerek roman biter. Yani Hasan, toplumsal normların dediğini yapmış, suçlu annesini kendi eliyle cezalandırmış, hapiste kalıp cezasını çekmiş ve sonunda içinde yaşadığı toplumda kabul görüp huzura kavuşmuştur. Hasan’ın annesini öldürmek gibi çok ağır bir davranışın yaratabileceği psikolojik sorunlarının olup olmadığı, pişmanlık duyup duymadığı romanda yoktur. Hasan, törelerin, cahil bir topluluğun babaannesi üzerinden kendisine verdiği emre itaat etmesi karşılığında toplum içinde kabul görmüştür. Töreler gereği ya da ölen kişinin kabrinde huzuru bulması ve benzeri nedenlerle cinayet işlenmesinin doğru olarak kabul görmesi aslında toplumun suçlu alt kültürünün bir yansımasıdır. Romanda Hasan, toplumun yanlış bir değer yargısına uygun biçimde davranarak annesini öldürmüş, hapis yatıp cezasını çekmiş, suçtan arınmış ve hayatına devam etmiştir.

Yılanı Öldürseler adlı romanda anlatılan olaylara ve sözü edilen kişilere bugün de benzer öyküler içinde rastlamak olasıdır. Bu roman, yazılıp yayımlandığı dönemde ve hali hazırda önemli bir toplumsal sorun olan kan davası, töre cinayeti ile birlikte kadının sadece kadın olmasından dolayı, işlemediği bir suçtan dolayı suçlanması, cezasının da en ağır biçimde toplum tarafından verilmesinin güzel bir örneğidir. Roman, kanayan toplumsal bir yaraya değinmekte, eserin yazıldığı hatta esinlendiği gerçek olayın yaşandığı günden bugüne bu toplumsal sorunun çözülemediğine tanıklık etmektedir. Toplumun bireyi belli bir eylemi yapmaya itmede, hurafelerden, rüyalardan, gelenekten yararlanmanın yanı sıra romanda Hasan’ın babaannesinin evlat acısıyla yanan yüreğinin ateşinin hayli iyi çizilmiş olması önemlidir. Küçük bir çocuk olan Hasan’ın içine çekildiği kaos karşısındaki edilgen, çaresiz duruşu, onu anne katili yapmaya iten sadece aile çevresi değil toplumsal yapı içinde savruluşu romanda oldukça başarılı biçimde çizilmiştir. Bu açıdan Yılanı Öldürseler, okuru; suçlu çocuk olmadığı, çocuk suçluluğu olduğu kavramına yönlendirmesi noktasında üzerinde durulmaya değer niteliktedir.

George Orwell - 1984

George Orwell 1984 adlı eserinde, günümüz ve geçmişin gerçekçi tasvirine dayanan, geleceği öngören ve hayali spekülasyonlardan çok eldeki malzemenin gerçekçi sentezi ve düzenlenmesinden kaynaklanan bir eserdir. Sosyalist kimliğiyle ünlü George Orwell, elit bir toplum kurma çabalarından doğan korku ve ümitsizliklerini ortaya koyduğu iki başyapıtı olan Hayvanlar Çiftliği ile 1984 adlı eserlerinde II. Dünya Savaşı sonrası Sovyetler Birliği’ndeki komünist, totaliter rejimi ve rejimin beraberinde getirdiği bozuklukları eleştirir. 20.yüzyılın en popüler disütopik romanlarından biri sayılan 1984’de totaliter ve baskıcı rejimin kontrolünde olan Okyanusya’daki çok katı kurallarıyla bilinen Parti ve onun lideri Büyük Birader’in diktatörlüğündeki sınıf ayrımcılıklarına maruz kalan bir toplum anlatılır. uzlaşmasını sağlamaktır.”

Orwell, adı geçen romanında Okyanusya'ya odaklanır. Okyanusya toplumunun büyük çoğunluğu, baskıcı düzene karşı ilgisizdir. İlgisiz kalmalarının sebebi ise Büyük Birader'in acımasız diktatörlüğüdür. Romanın başkahramanı Winston Smith, içinde bulunduğu ortamla uyumsuz, yalnız bir kişidir. Akıl dışı bulduğu baskı düzenine muhalefet etmeye, Büyük Birader'e meydan okumaya çalışır. Direnişine sevgilisi Julia da destek olur. Birlikte düzene karşı gelirler. Kendilerine yeni bir yaşam kurmak isterler. Ne var ki, kitabın sonlarına doğru yakalanırlar. Akıl almaz işkenceler görürler. Manevi bir yıkım yaşayarak yeniden düzenle bütünleşmek, eski yaşamın kurallarına boyun eğmek zorunda kalırlar. Sonunda işkencelere dayanamazlar ve birbirlerine ihanet ederler. Başkenti olmayan Okyanusya aslında İngiltere’nin kendisidir. Okyanusya ülkesinde ilerleme, gelişme diye bir şey yoktur. Aksine salt bir güç vardır. Okyanusya vatandaşları ülkenin bildirilen düşmanlarına karşı nefretle doludurlar. Yazar, eserin başkahramanı Winston Smith’in bakış açısından yola çıkarak eserde okuruna totaliter bir toplumun nasıl işlerlik kazandığını, yanlış bireysel davranışlar içerisinde bulunan kimselerin casus ve tele-ekranlar vasıtasıyla nasıl tespit edildiklerini gösterir. Romanın betimlediği dünyada bütün yurttaşlar "tele-ekran" adı verilen alet yardımıyla izlenir. Tele-ekran hem verici hem alıcı işlevini görmekte, aynı anda hem yayın, hem kayıt yapabilmektedir. Düşünce Polisi, bu alet sayesinde herkesin ne dediğini ve ne yaptığını sürekli izleyebilmektedir. Teleekranların etkili bir şekilde Okyanusya vatandaşlarını devamlı gözetlemesi, onları günlük hayatlarına hapseder. Okyanusya’da toplumsal hayat üçe bölünmüştür: Lüks hayatın tüm nimetlerinden faydalanan İç Parti üyeleri; eşyaların kalitesiz, yiyecek ve içeceklerin yapay ve adi olduğu Dış parti üyeleri ve Proleterler. Sınıf ayrımcılığının olduğu ve özelikle işçi sınıfının kötü muameleye maruz bırakıldığı, temel ihtiyaçlarının bile çok azının karşılandığı totaliter rejimlerde toplumların ne derecede yıkımlara maruz kalabileceği vurgulanmaktadır. İç parti yönetimin beyni ise, dış parti de elleri olarak addedilebilir.

Toplum ve toplum düşüncesinin oluşturulmasında en önemli araçlardan birisi de dildir. Dilin zenginleşmesi demek, düşüncenin de zenginleşmesi demektir. Okyanusya hükümeti insanların düşüncelerini, tarihi ve dilini yok etmek ve ülkenin geçmişiyle ilişkisini adeta koparmak amacıyla yenikonuş adında mantık dışı bir konuşma şekli geliştirmiştir. Yenikonuşun amacı “yalnızca egemen ideoloji İngsos'un (İngiliz Sosyalizmi) sadık izleyicilerinin dünya görüşü ve düşünsel alışkanlıklarına uygun düşecek bir anlatım ortamı sağlamak değil, aynı zamanda bütün öteki düşünce biçimlerini olanaksız kılmaktır.”

Sonuç olarak 1984'te yazar, diktatör liderlerin toplumundaki her bireyin hareketlerini, duygularını ve hatta düşüncelerini kontrol etme eğilimlerini irdeler. Bir ülkenin hem siyasi hem askeri gücünü tekelinde bulunduranların, bu rejimi sürdürmek ve korumak adına, kaçınılmaz olarak tek-tip bir yaşam düzeni kurması romanın ana temasıyken, bu düzeni kurmak için meşrulaştırılan cinayetler planlanması ve uygulanması sürekli bir tutuklanma korkusuyla vatandaşların baskı ve denetim altında tutulması eleştirilerin odağında yer alır. Güç ve iktidarın sonsuz baskısı altında ezilen halkın ruhsal yapısını ortaya koyan en güzel ifadeler Erich Fromm’un anlatısında yer alır: “George Orwell'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü, bir ruh halinin dile getirilmesi ve bir uyarıdır. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, bize, bu umudun ancak, bugün tüm insanların karşı karşıya oldukları tehlikenin, bireyselliği, aşkı, eleştirel düşünceyi tümden yitireceği gibi,(...) bunun ayırdına bile varamayacak bir otomatlar toplumu olup çıkma tehlikesinin farkına vararak kavranabileceğini öğretir.”12 Orwell’a göre totaliter rejimden kaçış yoktur.

Cengiz Aytmatov – Toprak Ana

II. Dünya Savaşı yıllarını anlatan Aytmatov’un Toprak Ana adlı eseri, kurgusu itibarıyla Kırgız kültürüne, geleneğine, toplumsal hayatına ve onların doğayla kurdukları ilişki biçimlerine dair pek çok önemli detayı barındırır. Kırgızlar sahip oldukları gelenekleri ile kültürel yapılarını korumaya çalışan, toprağın bir milletin geçmişi ve hayat verici bir unsur olduğunun farkında bir toplumdur. Romanda Kırgız halkının bir arada yaşama alışkanlıklarında gösterdiği merhamet, fedakârlık ve yardımseverlik gibi özellikler, toplumsal yapının katı, hiyerarşik, birinin yüceltilirken diğerinin değersizleştirilebildiği bir zihniyet üzerinden inşa edilmediğini gösterir. Bu durum kültürün ve buna bağlı gelenek oluşturucuların modernitenin aksine, doğayla birlikte yaşama ve ondan ilham alma bilincini kaybetmemiş olmaları ile ilgilidir. Bu bağlamda roman, insanın yaşamını her koşulda devam ettirebilmesi için kendisi dışındaki diğer canlı ve cansız bütün unsurları kucaklayan, kendini onların varoluşundan bağımsız, biricik görmeyen bir bakış açısı üzerine kuruludur. Toprağın kişileştirilerek bir kadın ve anne olarak romanın karakterlerinden biri hâline getirilmesi, doğa ile insan arasındaki mesafesizliğin dolayısıyla yakın irtibatın vurgusuna işarettir.

Kemal Tahir – Yorgun Savaşçı

Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı adlı eserinde ise, Kurtuluş Savaşı'nın ilk günlerinden itibaren topluma hâkim olan farklı güç odaklarının kurtuluşa yönelik arayışlarını, mütareke İstanbul’u ile işgal altındaki Anadolu'nun dağınık direniş hareketlerini, bu güçlerin Ankara'nın denetimine girişini ve nihayet Cehennem topçu unvanlı Yüzbaşı Cemil'in kişiliğinde Türk toplumunun kendisine reva görülen kıskaçtan nasıl kurtulduğunu ele alır.

Kemal Tahir’in kaleme almış olduğu bu yapıt aslında tek bir kitap üzerinden incelenip değerlendirilmeye alınması pek güç görünüyor. Yazar, yapıtını bütün yapıtlarından derleyerek özellikle de “Esir Şehrin İnsanları” adlı romanı ile de incelenebilir. Dolayısıyla 1919 ve 1920 yıllarında İstanbul’daki örgütlenmeleri ve Anadolu direnişi anlatan bu yapıtı, Cumhuriyetin kuruluşuna giden sürecin romanı olarak da okunabilir. Bu çalışmanın amacı; Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı” adlı romanında konu, tema ve yazarın eserinde kullanmış olduğu kahramanları toplumun yapısıyla nasıl ilişkilendirdiği olacaktır.

Yorgun Savaşçı romanı okuyucu tarafından şu şekilde ele alınır ve zaten yazar tarafından da verilmesini istenilen mesajda o idi: “Tarih yansıtıcı bir eserdir.” Cumhuriyete kadar gelen zorlu süreci, halkın yaşadığı zor durumları, dönemin toplumsal yapısını ve İttihat Terakkiyi oldukça sade bir dille ele alması tarih yansıtıcı bir eser olduğunu ortaya koyar. Eserin bir bölümünde yazar İttihatçıların kendi aralarında başkalarına göre İttihatçılar nasıl insanlardır sorusunu şu şekilde ele alıyor. “Biz İngilizlere Hintli, İtalyanlara Habeş, Fransızlara Cezayirli, Japonlara Çinli, Amerikalılara Kızılderili ve hatta Almanlara Yahudi gibi görünüyoruzdur.” Cümlesi yorgun savaşçı tarafından anlatılması istenilen en sade ve yalın bir olayın özetidir. O dönem insanının, o dönem Milli Mücadele sevdalılarının kendi yurtlarında düşmanlar gibi muamele görmesinin başarılı örneklerindendir.

Kemal Tahir, İttihatçı kadroların mütareke devrinde toplumdan soyutlanışını, hapse atılmalarını, Malta’ya sürülmelerini, dağılmalarını, yaşanılan kahredici fakru zaruret halini ve en nihayetinde, herkesi şaşırtacak bir şekilde Teşkilat-ı Mahsusa ve Kuvay-ı Milliye ruhu içinde yeniden doğuşlarını da İttihatçı Yüzbaşı, nam-ı diğer ‘Cehennem Topçu Cemil’in şahsının maceraları etrafında kurgulamıştır. Elbette bu eserde, Kurtuluş Savaşı kahramanlarımızdan başta Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Batı cephesinde 17. Kolordu komutanlığını yürüten merhum Albay Bekir Sami Günsav, Atatürk’ün silah arkadaşı ve Milli Mücadelemizin ilk başbakanlarından da olan meşhur Hamidiye kahramanı Rauf Orbay[1], Kuvva-yı Seyyâre komutanı Ethem Bey ve ağabeyleri, Enver Paşa’nın amcası ve Kûtü’l-Amâre kahramanı olan Halil Paşa, devrin en kıdemli generallerinden olan Yusuf İzzet Paşa gibi yakın tarihimiz içinde yer bulan önemli isimler de romanın gerçekçi ve sürükleyici kurgusunda yerlerini alıyorlar.

Kemal Tahir’in eserde toplumsal yabancılaşmayı eleştirirken kullandığı sembol Von Kres Paşa’nın Dürbünüdür. Eserin ilk bölümüne de adını veren dürbünü Cemil elinden düşürmez. Dürbün, oryantalist bakış açısının sembolüdür. Dürbün konusunda Dr. Münir adlı eski İttihatçı karakterin yorumlamaları bize ışık tutacaktır. Kemal Tahir, insanın kişisel olan dramını toplumsal bağlarıyla ortaya koymuş olur.

Halid Ziya Uşaklıgil - Kırık Hayatlar

Halid Ziya’nın bir ailenin yaşamından yola çıkarak yazdığı bu eserde bir devrin yaşamı çeşitli yönleriyle gözler önüne serilmiştir. Yazar, Doktor Ömer Behiç ve ailesinin hikayesini merkeze alır ve bireylerin yaşadığı problemlerden hareketle toplumsal problemlere ışık tutar. Farklı sosyal tabakalardan gelen insanların yaşam tarzlarını tasvir eder. Halid Ziya’nın diğer eserlerinde olduğu gibi Kırık Hayatlar’da da Doğu- Batı, eski- yeni, alaturka- alafranga zıtlığı ve çatışması belirgindir. Tanzimat döneminde toplumsal hayatta etkili olan bu zıtlık, ilk romancılarımızın temel hareket noktası olmuştur. Halid Ziya’nın yetiştiği dönemde bu zıtlık, hayatın her alanında kendisini hissettirdiği için yazarın eleştirel gerçekçi bir tutumla gözlemlerini ifade etmesi kaçınılmazdır. Öyleyse Kırık Hayatlar romanında Türk toplumunun eski yaşam tarzından uzaklaşıp yeni bir kültür dairesine girdiği dönemin zihniyetine ait unsurların belirgin olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Ana hikayeye bağlı olan yan hikayeleri ise şu şekilde sıralamak mümkündür: Ömer Behiç’in evinde çalışan Andelip Bacı ve Suzidil’in hikayesi, halayıkların toplumdaki yerini 3 göstermesi bakımından önemlidir ve yoksul tabakadan gelen insanların evlilik yapılarını da gözler önüne serer. Andelip Bacı ve Suzidil için evlenip yuva kurmak, özgür olmak demektir. Ömer Behiç’in arkadaşı Bekir Servet’in gönül ilişkileri de önemlidir. Evliliğe inanmayan ve günübirlik ilişkiler yaşayan Bekir Servet’in serbest kişiliği Ömer Behiç’i etkiler. Ancak eserin sonunda Bekir Servet’in mutlu bir aile yaşamına adım attığını görürüz. Mutlu bir yaşamı olan Ömer Behiç ise kendi eliyle bu mutluluğu yok etmiştir. Romanda annesinin sözünden çıkmayan ve evliliğinde başarısız olan Talat Bey, aşk üçgeni yaşayan Şekure Hanım, Refet ve Ferruh, cariyesiyle evlenen Tayyar Efendi, kocası kendisini aldattığı için felç geçirip ölen Mürüvvet Hanım, kocasını defalarca aldatan Kamer ve Vedide’nin ailesinin hikayeleri de ana hikayeye dahil edilmiştir. Bu hikayelerin hepsi ayrı bir roman oluşturabilecek yapıdadır.

Kırık Hayatlar romanında çok kalabalık bir şahıs kadrosu vardır. Yazar, farklı toplumsal kesimlerden seçtiği karakterlerin yaşam tarzları, aile yapıları ve maddi durumları arasında zıtlıklar yaratarak geleneksel olan ile modern olanın karşılaştırmasını yapmıştır. Romandaki çatışma unsurları gücünü buradan alır. Halid Ziya’nın kahramanlarının pek çoğu kişiliklerini oluşturamamış, ahlaki çöküntü yaşayan, sorunlu, umutsuz bireylerdir. Yazar, bireysel mutsuzluk ve umutsuzluğun toplumsal bir mutsuzluk ve umutsuzluğa doğru genişlediğini hissettirmektedir. Romanın baş kahramanı Ömer Behiç’in hayattaki en büyük ideali, doktor olmak ve iyi bir aile kurmaktır. İdealine ulaşan Ömer Behiç’in kişiliğinin oluşmasında mesleğinin zorlukları ve hassasiyetinin önemli bir rolü vardır. Ömer Behiç, hastalarına karşı duyarsız olmadığı için onların ailevi sorunlarıyla da ilgilenir. Hatta onların dertlerine çare bulamadığı zamanlarda mesleğiyle ilgili olumsuz düşünceler besler. Bu olumsuz düşünceler, kızının hastalığı için bir şey yapamadığı anlarda doruğa çıkar.

Yazar, toplumu yansıtırken özellikle aile kurumu ve kadın-erkek ilişkilerinden hareket eder. Birey ve toplum yaşamında ortaya çıkan değişme, yozlaşma ve ahlaki çöküntüyü tasvir eder. Aile kurumunu uzun uzadıya sorgular. Aileyi oluşturan bireylerin nasıl bir araya gelmesi gerektiği, aile ortamında mutluluğun nasıl sağlanacağı, yakınların aile yaşamına olan etkileri, evlilikte anne ve babanın rolü, karı- kocanın birbirlerine karşı yükümlülükleri, görücü usûlü evlilik, evlilik dışı birliktelikler, evlilikte maddiyatın önemi gibi meseleler üzerinde durur. Yazar, evlilik hakkındaki düşüncelerini bu konuda farklı görüşleri olan kahramanları aracılığıyla iletir.

Toplumun en küçük parçası olan ailenin yıkılmasıyla toplumsal yapının bozulması ve değerlerin yok olması kaçınılmazdır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki kalabalık bir şahıs kadrosunu ve birçok olayı eserin bütünlüğüne zarar vermeden bir araya getiren, bireyleri ve toplumu gerçekçi ve eleştirel bir bakış açısıyla anlatan, insanları yaşadıkları mekân ve sosyal çevre içinde tanıtan Halid Ziya, Servet-i Fünûn’un son döneminde Türk romanının en güzel örneklerinden birini vermiştir.

Bunlar İlginizi Çekebilir