Engincan Özsan
YazarEngincan Özsan
12 dakika okuma süresi
Haz 29, 2020

MARS KATİLİ TARDİGRADLAR


(Tekil isimli romanımın matbaa masrafları için desteklerinizi bekliyorum.)

Her çocuğun gerçekleştirmek için büyümeyi beklediği bir hayali vardır. Ben hayalimi daima gökyüzünde aradım. Babamın ikinci el pazarından aldığı, eski fakat bir o kadar da güzel dostum olan teleskobumla paylaşırdım hayallerimi. Her gece gökyüzünde bir yıldız belirler, o gece o yıldıza yolculuk ederdim hayallerimde. Yine benzer bir gece gökyüzünün her zamankinden güzel olduğunu fark ettim. Koyu gri atmosferimizde bugün farklı bir tını var gibiydi. Sakin bir çocuktum. Kolay mutlu olmaz, kolay heyecanlanmazdım. Ama bugün ki gri sanki beni kendine çekiyordu. Kalbimin ritmini, yalnızca grinin bu tonu değiştirebilmişti bugüne dek. Yıldızlar daha parlak, Deimos daha bir ihtişamlıydı bugün. Ama bunlardan ziyade gökyüzünü bu hoş griye boyayan başka bir şey vardı. O şey her neyse hayallerimin somutlaşmış haliydi, biliyordum. Hiç zaman kaybetmeden teleskobuma sarıldım. Gözümü ufak gözlem küresine yerleştirip, gökyüzünü taramaya başladım. Hep tanıdık yüzlere denk geliyordum. En sıkı dostlarım Pulsar yıldızlarıydı. Ateş böcekleri gibi yanıp sönmelerine bayılıyordum. Bir yandan da belki ölmek üzerelerdir, can çekişmelerinin ihtişamıdır bu belki diye hüzünleniyordum. Her ne kadar gündüz yok olsalar da, ezberlemiştim yerlerini. Çoğu gece yıldızlarımı kontrol eder, onlara iyi geceler öpücüğü verir, öyle dalardım uykuya. Fakat mavi melodi adını verdiğim en büyük Pulsar yıldızı bile, dikkatimi çekmiyordu bugün. Gökyüzünü bu kadar çekici kılan şeyi arıyordum. Bulmadan da uyuyamazdım. Çünkü gökyüzü bana aitti ve bugün çok güzeldi. Bu durumun mutlaka bir açıklaması olmalıydı. Teleskobumu oradan oraya gezdirirken onu fark ettim. Yıldızların aksine ölüm grisi giyinmişti. Deimos gibi kusursuz ve görkemli değildi. Fakat benim için, Deimos bile sönük kalıyordu onun yanında. Onunla yeni tanışmıştım ve gökyüzünün bu hoş grisinin sebebiydi.

*

Babamın doğum günümde hediye ettiği yıldız haritasına sarıldım hemen. Adını öğrenmeliydim. Hayallerim kadar uzak mı bana onu bilmeliydim. Bedenimin yarısı kadar olan atlası, masamın üzerine serdim. Kadife kabına dokunmak ne kadar hoşuma gitse de, bugün ilgimi çekmiyordu. Masamı kaplayan atlasın üzerinde parmağımla onu aramaya başladım. Takımyıldızlarının çoğunu biliyordum. Bu gök cismi balık ve yengeç takımyıldızlarının ortasındaydı. Bulmam fazla sürmedi bu yüzden. Adı Phobos’tu. Yazılanlara göre gezegenimizin en büyük, fakat en soluk uydusuydu Phobos. Büyük olduğu konusunda hem fikir değildim, fakat soluk olduğuna katılıyordum. Çünkü onca geceye rağmen yeni tanışmıştım kendisiyle. Belki de en sıradan gecemi süslemek için saklanıyordu benden. Gecemin kahramanının adını öğrendikten sonra, atlasta ona ait sayfayı buldum. Atlası pek kurcalamazdım. Çünkü daima kendim keşfetmek istedim. Kendim bulduğum gök cisimlerini adlandırıyor, günlüğüme onun ile ilgili çıkarımlarımı yazıyor, hatta o gök cismine isim bile veriyordum. Diğer çocukların aksine oyuncaklar ilgimi çekmiyordu benim. Bu aktiviteyi her gece tekrar etmek daha çok zevk veriyordu bana. Her harçlığımda teleskobumu geliştiriyor, gök bilimi ile ilgili kitaplar ediniyordum. Şimdiden bir kütüphanem olmuştu bile. Atlasımın en ilgi çekici sayfasında kaybolmuştum. Phobos’u yeni keşfettiğim için kızıyordum kendime. Çünkü Phobos hayalime en yakın olduğum yerdi benim. Gezegenimize en yakın gök cismi.

*

Phobos’u keşfetmemin üzerinden neredeyse 12 yıl geçti. Artık hayalimdeki mesleğe sahibim, bir gök bilimciyim. Aynı zamanda henüz çiçeği burnunda bir astronot. Bugün ise Phobos’u keşfettiğim gün kadar heyecanlıyım. Çünkü bugün hayalimin başkahramanına, yani Phobos’a gidiyorum. O zorlu uzay yolculuğu testlerini geçmek için, ne kadar çabaladım anlatamam size. Aşırı basınç testi, anti yerçekimi testi, ses hızı aşımı testi... Çoğu bu testleri deneyimledikten sonra vazgeçerdi. Fakat ben vazgeçemiyorum bir türlü. Büyüklerim daima doğduğu yerde ölmeyi diliyor. Ben bu gezegene ait hissetmiyorum. Gökyüzünde ölmek gibi bir arzum var. Eğer Mars’ta ölürsem, bedenim bir süre sonra çürüyüp yok olacak. Ben bunu istemiyorum. Uzayda öldüğüm takdirde oksijen olmadığı için bedenim çürümeyecek. Belki asırlarca, belki de milyonlarca yıl uzayın bir parçası olacağım. Olur da Mars’ta verirsem son nefesimi, yine ruhum uzaya ait olacak. Çünkü benim ait olduğum yer orası.

*

 Ben içimden bunları geçirirken, uzay mekiğimizin hazır olduğunu söylediler. İçimdeki hissi inanın kelimelerle somutlaştıramam ben. Yalnızca yapmak için var olduğum, en azından var olduğuma inandığım şey için adım atabiliyorum şuan. Üzerinde ülkemin bayrağı işli kızıla boyalı kapı ağır ağır açılırken, benim için yalnızca çıkar kaynağı olan gezegenime son bir kez bakmakla yetiniyorum. Pek sevmiyorum kendilerini. Her ne kadar masmavi ve engin okyanuslara sahip olsa da, Phobos’un grisi daha hoş geliyor bana. İnsanlar daima bir kutupta olmanın telaşında. Kimisi siyah olmak için yaşıyor hayatını, hatta çıkarları uğruna siyaha bürünüyor. Kimisi ise beyaza hürmet ediyor, çıkar gütmüyor asla. Ben ise griyim; gri doğdum ve gri ölmek istiyorum. Bugün aynı rengi paylaştığım yere, Phobos’a gidiyorum. Mekiğimin havalanmasına son 10 saniye. Ruhumun bedenime hapsedildiği yerden kurtuluyorum artık. Kimseye söylemesem de Phobos’ta kalmayı düşünüyorum. Son nefesimi verebileceğim en güzel ton çünkü Phobos.

*

Çocukluğumun ulaşılmaz grisi dokunacağım kadar yakın karşımda duruyor. Birazdan mekiğimiz üzerine inmiş olacak. Benim ise içimde bir burukluk var. Hayal ettiğim gibi olmadı çünkü. Beni kucaklayacak bir gri beklerken, astroidler tarafından yaralanmış zavallı bir kül yığınıyla karşılaştım. Üstelik üzerine indiğimizde, hala astroidler tarafından saldırıya uğruyordu çocukluğumun yenilmez şövalyesi. Acı çığlıklarını derin sarsıntılarla hissediyorum. Keşke elimden gelse de, koruyabilsem onu. Her ne kadar hayal kırıklığına uğrasam da, hala benim o. Benim grimin sebebi.

*

Hayal kırıklığımı bir köşeye bırakıp, Phobos’u keşfe çıkıyorum. Mars’tan bir bilye kadar küçük görülen Phobos, üzerindeyken iflah olmaz bir deve benziyor. Her adımımda külden ibaret zemini ağırlığıma boyun eğip içine çekiyor beni. Buradaki yer çekimi, marsa nazaran daha az. Sıçrayarak neredeyse 100 metre ilerleyebiliyorum. Oldukça eğlendiriyor beni bu aktivite. Eğlendiğimi gören ekip arkadaşlarım da bana eşlik ediyor. Gri de olsa, külden ibaret bile olsa yüzümdeki tebessümün sebebi oluyor yine gri dev. Diğerleri mekikten uzaklaşmayı göze alamasa da, benim pek umurumda değil burada kaybolmak. Kimisi sevgilisinin gözlerinde kaybolmayı hayal ederken, ben Phobos’ta yitip gitmenin hayalini kuruyordum çünkü.

*

Ekip arkadaşlarımın uyarılarını dinlemiyorum. Hatta telsizimi kapatmaya karar verdim. Birkaç sıçrayıştan sonra, engel olamadığım bir güç beni kendine çekmeye başladı. Geri dönmeye çabalıyorum, fakat bir uçurumdan düşercesine ileriye gidiyorum kül zeminin üzerinde. Etkisinde olduğum kuvvet öylesine hızlı çekiyor ki beni kendine, engel olamıyorum. Telsizimi açmaya çalışıyorum, fakat uzuvlarım gerektiğinden fazla hantallaştı bu kuvvet karşısında. Artık son nefesimi verme vaktimin geldiğini hissediyorum. Son gördüğüm ise açık ve keskin mavi kaya benzeri bir cisim. Hızla bu kayaya çarptıktan sonra telsizim aktifleşiyor. Çarpışmanın etkisiyle sersemlediğim için, arkadaşlarımın dediklerini anlamlandıramıyorum.

*

 Aradan ne kadar süre geçti bilmiyorum ama, gözlerimi açtığımda mekiğin içinde buluyorum kendimi. Kaskım çıkarılmış, etrafımda ekip arkadaşlarım var. Kötü olan şu ki geri dönmek için hazırlanıyorlar. Çünkü beni çeken cisim mekiğimizi de çekiyor. Asıl görevimizin Phobos’tan örnekler almak olduğunu hatırlayıp, acı içinde yerimden doğruluyorum. Hrolkat’ın kaskını alıp mekikten bir örnek haznesiyle Phobos’un zeminine iniyorum. Bu görev için yıllarca çalıştığım kuruma yalvardım be onların bu çabasını boşa çıkaracak değilim. Elimdeki haznenin içine bir miktar kül dolduruyorum, fakat az daha ölüm sebebim olacak olan cisim bana daha cazip geliyor. Mekiğin dış kısmındaki sabitleme halatı ile kendimi bağlayıp, cismin kuvvetine bırakıyorum kendimi. Telsizimi açıp örnek aldıktan sonra beni çekmelerini istiyorum bu esnada. Ekip arkadaşlarım yine bencilliğimden dem vurup mızmızlanıyorlar. Fakat var olduğum şeyi yapıyorum. Bir süre sonra cismin yüzeyinde buluyorum kendimi. Elimdeki haznenin ufak kazmasıyla cismi kırmaya çalışıyorum. Sandığımdan kolay kırılıyor. Çünkü bu cisim buz benzeri bir madde. Elimdeki hazneyi aldığım örneklerle dolduruyorum. Ardından mekiğe çekildiğimi hissediyorum. Ekip arkadaşlarım, ölmeden önce terk etmek istiyor Phobos’u. Çünkü örnek aldığım o cisim, anormal biçimde mekiğimizi kendine çekiyor. Mekiğimiz tüm gücünü kullanarak ayrılıyor Phobos’tan. Çocukluk hayalim yavaş yavaş küçülürken, elimdeki örnekleri incelemenin heyecanı sarıyor içimi.

*

Birkaç ay sonra ancak izin alabiliyoruz kurumdan inceleme yapmak için. Phobos’ta yaşadıklarımız işimi kaybetmemek adına sır olarak kalıyor aramızda. Aylardır kurum müdürümüzün kapısının önünde yatıyorum. Çünkü o mavi cismi incelemek için can atıyorum. En sonunda Phobos’tan aldığım örneklerin bir kısmını incelemem için bana teslim ediyorlar. Yüzümde yine Phobos’u ilk keşfettiğim günün tebessümü var. Koruyucu elbisemi giyip laboratuvara geçiyorum. Elimdeki örnekleri, aletlerimin olduğu tezgâha koyuyorum. Mavi cisim öylesine parlıyor ki, sanki Mars’ta can bulmuşçasına bir hali var. Hiç bekletmeden bir parça almaya çalışıyorum deney maşası ile. Fakat maşa cisme değer değmez cisim parçalara ayrılıp dağılıyor. O yüzden elimle almaya çalışıyorum. İlk denememde büyük bir parçayı elimi yıkamak için kullandığım lavaboya düşürüyorum. Başka organizmaların mavi cisme bulaştığını düşünerek o parçayı orada bırakıyorum. Daha sonra yeni bir parça yerleştiriyorum mikroskobuma. Gördüğüm şey tüylerimi diken diken ediyor. Çünkü bu cismin içinde canlı mikroskobik canlılar var. Sanırım uzaylıları keşfettim.

*

Mavi cismin içinde keşfettiğim canlılar oldukça ilginç varlıklar. Onlara su ayısı ismini verdim. Çünkü görünüşleri küçük şirin bir ayıyı andırıyor. Üstelik harika canlılar. Eşeysiz üreyip, koşula göre genlerini değiştirebiliyorlar. Bu keşfi duyan tüm bilim dünyası çılgına dönmüş durumda. Herkes kurumumdan birer örnek istiyor. Kurumum ise; yüksek meblağlardan mavi cismin parçalarını satıyor. Satışlar kurumumun oldukça büyümesine sebep oldu. Bu yüzden devlet büyüklerimiz beni kurumun başına getirdi. Ailem hayalperestliğimden hoşlanmaz, beni gerçekçi olmamakla suçlardı. Fakat şuan hayallerim sayesinde, hayal bile edemeyeceğim bir konumdayım. İmkânlarım daha da genişlediği için, su ayıları üzerinde testler yapıyorum. Beni bir yandan ürküten, diğer yandan heyecanlandıran şey şu;bu yaratıklar ölmüyor. Üstlerinde binlerce şey denedim, fakat ne kimyasal ne de nükleer yöntemlerle öldüremedim bu varlıkları. Çalışmalarımın sonucunu ‘’ölümsüzlüğü bulmuş olabilirim’’ isimli makalemde yayınlayınca gezegende büyük üne sahip oldum. O küçük hayalperest çocuk, artık tüm gezegen tarafından bilinen, hatta heykelleri yapılan bir bilim adamı.

*

Aradan neredeyse 50 yıl geçti. Su ayıları sayesinde edindiğim bilgiler sayesinde yaşlanmıyorum. Nem transferi yöntemini kendi oluşturduğum kan hücrelerine aktarıp, kendime enjekte ediyorum. Böylelikle hücrelerim asla yaşlanmıyor veya ölmüyor. Şimdilik bu sırrı kimseye anlatmıyorum. Anlatırsam tüm gezegen peşime düşecek biliyorum. Birkaç ay önce yeni doğmuş bir bebeğin göğsünden 10 santim büyüklüğünde bir parazit çıktı. Bazı muhaliflerim bu parazitin bir su ayısı türü olduğunu, bu türün sonumuzu getireceğine inandıklarını dile getiriyorlar. Fakat pek umursamıyorum. Adı üstünde muhalif ve kıskanç insanlar. Bugüne dek konumumu kıskanan çok kişi oldu. Artık kime ne şekilde davranacağımı çözmüş durumdayım kimseye prim vermiyorum.

*

O bebeğin göğsünü parçalayarak çıkan parazit bir su ayısı. Kendim bizzat şahit oldum ve eminim o bir su ayısı. Sanırım muhalifler haklı. Gezegenimin sonunu Phobos’tan alıp gelmiş, hatta evrimleşmelerine ve yayılmalarına yardımcı olmuş olabilirim. Dünyanın her yerinden su ayısı vakaları duymaya başladım. Bazılarının boyutu 1 metreye kadar ulaşabiliyor. Üstelik çok hızlı evrim geçiren bu türün, bazı üyeleri avcı formuna geçmiş olabilirler. Geçtiğimiz ay internette denk geldiğim videonun kurgu olduğunu düşünüyordum. 2 metre boyutlarına ulaşmış bir su ayısı, avladığı bir insanı parçalıyor ve yiyordu. Mikro organizmayken yalnızca zararlı organizmalarla beslenen su ayıları artık insanlarla besleniyor olabilir. Benim ise aklım yeni başıma geldi, onları yok etmenin bir çaresini arıyorum.

*

Son ölüm vakasının üzerinden neredeyse 1 yıl geçti. Artık su ayıları Mars’ın her yerinde. Su kaynaklarımızı tüketmeye başladılar. Nemli ortamlarda boyutlarını inanılmaz biçimde arttırabiliyorlar. Bazı bölgeler insanlardan arındırıldı. Arındırılmış bölgelerde su ayılarıyla savaşılıyor. Fakat nükleer silahlarımız da dâhil hiçbir şey onları öldürmüyor. Mars Bilim Topluluğu son çarenin su ayısı tarafından istila edilmemiş embriyolar ile birlikte Mars’ı terk etmek olduğunu kararlaştırdı. Fakat su ayıları Marstaki su kaynaklarının neredeyse hepsine yayıldıkları için, saf bir embriyo bulmak kolay değil.

*

 Saf embriyo arayışlarımız sonuç verdi. Su ayısı salgınından önce, dondurulmuş embriyolara rastladık. Onların üzerinde araştırma yapıyoruz. Vücutlarımızdan su ayılarını uzak tutacak yöntemler arıyoruz. Genetik sapma ile su ayılarını çoğu insanın vücudundan ayırdık. Bu sırada gezegendeki insanların neredeyse yüzde 95’i yok oldu. Artık tek çaremiz elimizdeki saf embriyolarla başka bir gezegene gidip orada yaşam kurmak. Bunun için sistemimizdeki üçüncü gezegeni uygun gördük. Tüm hazırlıklarımız bittikten sonra o gezegene gideceğiz.

*

Hazırlıklarımızı tamamlamamız 3 ay sürdü. Artık gitmeye hazırız. Gezegenimizde ki su kaynaklarını büyümek için tüketen su ayıları, kendilerini koruma formuna aldılar. Artık gezegenimiz ikinci katmanının rengini aldı. Ve oksitlenmiş bir kızıl giyindi. Su ayıları bir bir uyumaya başladı. Fakat kaynaklarımız tükendiği için artık bu gezegende kalamayız Dünya’ya gidiyoruz.

*

Uzun bir yolculuk sonunda Dünya’ya ulaştık. Yaşam belirtisi olmadığını varsaydığımız bu gezegende, bizim türümüze benzeyen zeki varlıklara var. Sosyal ve çok zekiler. Aynı zamanda oldukça tehlikeliler. Benimle bu gezegene gelen insanları, onlarla iletişime geçmemeleri için uyarıyorum. Fakat onlar bu türü oldukça çekici ve samimi buluyorlar.

*

Dünyaya birlikte geldiğim hiçbir insan artık benimle değil. Saf embriyolar ve gençlik serumum ile Dünyanın sakin bir bölgesine yerleşiyorum. Bu sırada benimle gelen türdeşlerim bu gezegenin türüyle melezlendiler ve çoğalıyorlar. Ben ise saf kalmayı tercih ediyorum.

*

Aradan neredeyse bir asır geçti. Bu sırada elimdeki embriyoları ve serumumu maalesef Dünya türüne kaptırdım. Artık bir köşeye çekilip ölmeyi istiyorum. Fakat ölmeden önce bu türü gözlemlemem gerek.

*

Artık onlardan biriyim. Onların dilini öğrendim. Onlardan biriyle evliyim. Canımı alması için ölüm meleğini bekliyorum. Bu arada çok yaşlandığım için hücrelerim ölmeye başladı. Bu gezegende yaşlılığa bir çare yok. Çünkü su ayıları burada yok.

*

Hapsolduğum yatakta günlerdir ölümü bekliyorum ve aldığım haber hiç hoşuma gitmiyor. Bilim adamları Tardigradları keşfetmiş...

Bunlar İlginizi Çekebilir