Kendi bilinçaltınızdakileri kabullenemiyor olabilirsiniz.
Bu uzun soluklu ve ölümsüz diziyi hiç sıkılmadan, defalarca izledim.
İlk karakter, aşka aşık olan ve "doğru kişi" yi aramaktan bıkmayan, sevdiği kadınlar için her şeyin, belki biraz abartarak da olsa, mükemmel olmasını isteyen, duygusal ama bir o kadar da sevimli ve çocuksu mimar Ted Mosby. Üniversiteden arkadaşları ve sadece birbirleriyle birlikte olmuş, uzuuuun ve tatlı bir ilişkileri olan avukat Marshall Eriksen - big fudge- ve anaokulu öğretmeni olan büyük bir sanatsever: Lily Aldrin. En sevdikleri barda belki de çok saçma bir biçimde tanıştıkları, av rehberi, kanka kanunu gibi kitaplara sahip, kadınlara düşkün bir playboy olan ve hep takım elbise giyen Barney Stinson ise aslında çocukluk travmaları ağır olan ve sorunlarını görmezden gelen, Laser Tag fanı, derinlerde hassas ruhlu ve sürprizlerle dolu bir sosyopat. Robin ise takıma en son katılan, bir erkeğe bağlanma sorunları olduğunu düşündüğüm, aşırı kuşkucu, kariyerini her şeyin önünde tutan, - ve kendi ayakları üzerinde duran çok güçlü bir kadın- babası tarafından bir erkek çocuk gibi yetiştirilmiş çok güzel bir Kanadalı spiker.
Uzun karakter tanıtımlarından sonra, bu dizinin temelde Ted Mosby'nin iki çocuğuna anneleri ile nasıl tanıştığını anlattığını düşündüğünü, bu arada da küçük gruplarının başından geçen her şeyi anlattığı ve sonunda da aslında Robin'i asla unutamadığı kanısına vardığı hikayeleri müthiş oyunculuklarıyla izliyoruz. Platoda çekilmiş olmasına rağmen, sanki biz de dizinin içindeymişiz gibi. Onlarla gülüyoruz, onlarla ağlıyoruz, sinirleniyoruz, beşlik çakıyoruz. Ve gariptir ki, insan moduna göre her zaman bazı dizileri izlemek istemeyebiliyor, ama ben How I Met Your Mother'ı mutluyken, sinirliyken, depresyondayken, kısacası her türlü ruh halindeyken izleyebiliyorum. Sakinleştiriyor, aklını boşaltmanı sağlıyor, sanki bir antidepresan! :) Eğer hala izlemediyseniz, mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum.