Yollar. Bu bir kelime birçok kişi için betonu, asfaltı çağrıştırırken kimilerine farklı şeyler anlatır. Eğlence ya da sıkıntı, özgürlük ya da bir an önce bitmesini istediğiniz bir deneyim gibi. Ben mi? Bir gezgin ya da macera tutkunu olduğumu söyleyemem ancak yolda olmayı, bir yerde durmaktan ya da hedefime varmaktan daha çok sevdiğim kesin. Evet, yolculuğu seviyorum, ancak bu her zaman bir arabaya, otobüse ya da trene atlayıp kilometreler kat etmek mi demek? Bence değil. Garip gelecek ama ben herhangi bir araç kullanmadan, hatta ayaklarımın üzerine bile kalkmadan yolculuk yapabilirim. Hiç görmediğim, havasını koklamadığım şehirlerde gezebilirim, tanımadığım insanlarla konuşabilir, belki dünyanın en güzel doğa olayına şahit olabilir ya da mükemmel bir manzarayı izleyebilirim. Ve tüm bunlar için yapmam gereken tek şey doğru şarkıyı açıp kulaklıklarımı takmak, ardından da gözlerimi kapatmak.
Peki ya yolculuk yapmak, farklı bir yerlere gitmek neden bu kadar önemli? İnsan kendini yolda daha bir özgür hissediyor. Sorunlarından kaçmak ya da etrafında olan bitene karşı kafasını kuma gömmek için güzel bir fırsat gibi geliyor yolculuklar. Ancak her zaman gidemiyor işte, bırakamıyor olduğu yeri. Kimi zaman maddi sebeplerden, kimi zamansa sorun daha farklı oluyor. İşte o zaman, benim için çare ezgilerin beni götürmesi oluyor. ‘’Ne olmuş bilet alamadıysak? Biz de notalarla yola koyuluruz,’’ diyorum ve dediğimi yapıyorum: Kulaklıklarımı takıp gözlerimi kapatıyorum. Bu andan itibaren müzik bana başka bir hareket kabiliyeti veriyor, fiziksel olmayan, ancak düşüncelerimle yönlendirebileceğim bir hareket kabiliyeti. Notalar akıp giderken beni de beraberlerinde sürüklüyorlar hiç görmediğim, hiçbir sorumluluğumun ya da kaygımın olmadığı o yerlere. Bu yüzden özgürleştiğimi hissediyorum ben de gözlerimi kapadığımda.
Çok az şarkı var beni böyle yolculuklara çıkaran, zaten bu yollara çıkmaya başlayalı da iki üç yıl kadar oldu. Kimi zaman bir dağın yamacından üstü açık arabamla gökyüzüne baka baka ilerliyor ve sesini sonuna kadar açtığım şarkıya sesim kısılana kadar eşlik ediyorum, kimi zamansa denizin tuzlu kokusunu yüzüme üfleyen ve saçlarımı geriye atan esintiyle ferahlarken sakin dalgaların üstünde kımıldayan ay ışığını izliyorum. Küçük bir Balkan şehrinin dar sokaklarında yürümek ne kadar keyifliyse benim için, çölün ortasında kum fırtınasına yakalanmak da bir o kadar tüyler ürpertici oluyor.
Bu sıradan hayalleri kurmanın, fiziksel olmasa da yollara düşmenin her gün maruz kaldığımız o kadar strese karşı en iyi ilaç olduğunu düşünüyorum. Bir gün istediğim o yolculukları hiçbir maddi manevi kısıtlamalar olmadan yapabileceğimi düşlemek yardımcı oluyor bana. Derya Köroğlu ‘’neresi sıla bize, neresi gurbet?’’ diye sorarken aslında bu sözler bile başlı başına bir yolculuktan bahsediyor bana, o yolculuğun yaratacağından korkulan hisleri önemsemiyorum ve belki de bu yüzden tıpkı kanat takmış bir kuş gibi özgür hissediyorum yağmurlu bir günün hayalini kurarken. Evet, beni bu basit ama bana iyi gelen hayale götüren şey üç dakikalık bir şarkı. Bu yazıyı yazarken de o ilham veriyor bana. Ya da ne zaman biraz neşelenmeye, moralimi düzeltmeye ihtiyacım olsa fırtına öncesi sessizlik deyiminden fırtınaya geçişin hakkını veren, hatta beni o az önce bahsettiğim deniz kenarına götürüp tuzlu deniz kokusunu burnuma kadar getiren şarkıyı açıyorum Orfeas Peridis’ten. Bu sefer de hem istediğim yere gidiyorum, hem de yalnız değilim diye düşünüyorum. Bu şarkıyı dinlediğinde benim gibi zihinlerini başka mekanlara veya zamanlara açmaya izin veren insanlar var, belki de o denizi izlerken benim yanımda olan insanlar. Bu Yunanca şarkıyı dinlerken, dilin bile önemli olmadığını düşünüyorum bir yerde. Enstrümanlar ve ezgi öylesine uyumlu ki birbiriyle, sanatçı zaten istediğini anlatıyor ve biz birlikte bir yolculuğa çıkıyoruz. Belki de hiçbir zaman tanışamayacağım insanlarla birlikte, hiçbir zaman oturamayacağım o kumsalda oturuyor ve aynı duyguları paylaşmanın keyfini çıkarıyoruz.