Hep farklı olduğunuzu hissetiniz mi? Üstün zekânın, gelişmiş bir bilincin dolayısıyla normalin üstünde bir anlayış ve kavrayışın aynı zamanda Tanrı’dan gelen bir lütuf ve dünyanın en büyük laneti olabileceği hiç aklınıza geldi mi? On sekiz yaşında genç bir kadının kalemiyle hayat bulan bu düşünce oldukça değerli bir esere kaynak olmuş, yazarın zihninin en karanlık köşelerinden çıkıp her okuyuşumuzda bizim zihnimizde hayat bulmuştur. Frankenstein defalarca incelenip her seferinde farklı bir açıdan yaklaşabileceğiniz bir eser olmasının en büyük sebebinin “yeraltından yazılmış notlar” olmasıdır diye düşünüyorum. Ayrıca, oldukça iddialı ve boyumdan büyük bir laf ederek, bir ağıt olduğunu da iddia ediyorum. Evet, bu iki yüz yıl öncesinden hatta çok daha eskilerden Aristoteles’ten, Dostoyevski’den ve nice entelektüel insanın paylaşmaktan hem çekinip hem de kendini alamadığı yazılmış en acıklı ağıttır. Bu ağıt bireysel olarak aydının ayrıca daha geniş kapsamda insanlığın ortak mirası, aslında anlama gücü yüzünden çeşitli zorluklar yaşayan ancak bu acı olmadan üretemeyecek kaotik insanların üzerinde huzurla uyuyabileceği çivili bir yataktır. Şimdi kendinizi yazarın ve Frankenstein’in canavarının yerine koymanızı istiyorum. Tanıdığınız, suni bir sevgi beslediğiniz insanların neredeyse hepsinin sizden önce yaşamış olduğunu düşünün, çevrenizdeki insanlara -ne kadar zor olsa da-olabildiğince sevgi göstermeye, anlamaya çalışmanıza rağmen her seferinde reddedildiğinizi. Suratınıza “ucube” diye haykırıldığını düşünün. İnsan anlamadığından, kavrayamadığından korkar denir, çok da doğrudur bana kalırsa. Kendi türünüzün sizi reddettiğini, küçük ve dar dünyalarıyla sizi küçümsediğini düşünün. Böyle bir hayatla ne yapılabilir? Sizin gibi olan diğer “canavarlara” bir eser bırakmaktan başka çare kalmaz, sizi anlayabilecek insanlardan esinlenir; geleceğe siz de “onlardan” biri olduğunuzu anlatacak bir yapıt bırakırsınız. Ağıt dememin sebebi de tam olarak budur. İnsanoğlu hayat bulduğu ve eşit olmadığını, farklı olduğunu anladığı an, yazarın tüm gücüyle kalemi sıkıca tutup Frankenstein’i yazmaya başladığı an, Leonardo’nun çizmeye başladığı an “ucubeler,canavarlar,istenmeyenler” birbiriyle iletişime geçmeye başlamıştır. Şimdi hayretle “ne kadar da eminsin kendinden” diye tepki vereceksiniz. Evet, öyleyim. Aşağılanmak, anlaşılmamak, çevrende bulunan kimseye yakınlık hissetmemek, odana dönmek için sabırsızlanmak, dış dünyada seni kovalamak, cadı avına çıkmak, alay etmek için bekleyen sağlıklı* insanlardan nefret etmek, hem kendinizi hem onları küçümsemek yıllar içinde sizde de benzer duygular uyandırırdı sanırım. O yüzden kitabı ilk elime aldığımdan beri zihnimde yeri ilk günkü kadar taze ve çarpıcı şekilde duruyor. Peki, bunca yazıyı niye yazdın, nereye varmak istiyorsun? Sevgili okur kendini hazırla çünkü sana bu ağıtın en saf halini, tüm çıplaklığı, belki de iğrençliyle göz önüne sereceğim.“Frankenstein or Modern Prometheus” tanrıya bir sitem, Tanrı’ya duyulan nefret ve minnettarlığı, topluma ve insana aydınların acımasını ve özenmesini; kısaca ikilikleri bir arada barındırıyor. Şimdi tüm önyargılarınızı bırakarak Frankenstein’in yerini Tanrı ile değiştirin. Kitapta sarf edilmiş tüm sözlerin “Shelly’nin” Tanrı’ya sarf etmiş olduğunu düşünün. Ürperdiniz değil mi? İlk paragrafta bahsettiğim gibi insanlarla problem yaşayan aydınların, küçük ve zihinsel açıdan ayrıcalıklı zümrenin, ellerinde olmayan sebeplerle insanlarabağırıp çağırmasının, içini dökmesinin hiçbir anlamı yoktur. Bunun yerine “Marry” tüm düşüncelerini Tanrı’ya saklamıştır. Entelektüel, arayışta olan canavarın elektrik gücüyle hayat bulması oldukça manidardır. Bir aydının dünyaya ilk defa gözünü açtığı zaman ve ömrünün sonuna kadar hissettikleri canavarın ağzından anlatmıştır. Hatta çok ileri giderek Tanrı aramızda olsaydı ve Marry benzer bir konumda yaratıcısı ile tanışma fırsatına erişseydi-kitaptaki gibi-yaratıcıyı kovalayabildiği yere kadar kovalardı.Aynı sitemleri o alışılmadık dizeleri yaratıcısının yüzüne haykırırdı. Belki de yazar bundan daha kolay ve daha etkili bir yol bulmuştur: “kitap yazmak gibi”. Eklemek istediğim bir başka konu da eğer benim yaklaştığım açıdan yaklaşırsanız Tanrı’nın simgelenmesi ve karakteristik özellikleridir. Belki yaratıcı meraklı bir bilim insanı, üretmekten vazgeçemeyen bir sanatçı, canı sıkılan bir aydındır. Başına neler açacağını bilmeden, elindeki tüm gücüyle bizi yaratan ve yarattıktan sonra korkan, sevilebilecek bir yanımızı göremeyip kaçıp giden Dr.Frankenstein’dir. Tüm önyargılarınızı halının altına süpürmenizi söylemiştim değil mi? Sevgili okur belki böyle olmasını istediğimden belki de gerçeğin kendisinin bahsettiklerim olmasından dolayı bu denemeyi kaleme aldım. Oldukça fazla konuştuğumun, daldan dala atladığımın farkındayım ama iyi bir deneme de böyle olmalı. ’Yine tumturaklı sözler’ diye sözümü keseceksin. Belki de öyledir. Son satırlarımla yazıma son noktayı koymadan önce şunu da belirtmek isterim: ‘Ya kitapta iki canavar varsa? Normal görünümlü, insan biçiminde, canavarın yaşadığı sorunların birebir aynısını yaşayan Dr.Frankenstein ve onun yarattığı canavar biçimindeki, fiziksel sebeplerden canavar olarak algılanması daha kolay olan “canavar”.’