Şimdi sizinle çok ironik bulduğum bir durumu paylaşmak istiyorum. Bildiğiniz üzere yaşadığımız bu zor günlerde herkes Covid-19 adı verilen bir virüse karşı savaş açmış durumda. İşin ironik kısmı ise Avrupa’da bu durumdan en çok etkilenen ülkenin, karantina kelimesinin doğduğu ülke olması. İtalya’da bilinen en eski kullanımı 1700’ler öncesi olan karantina kelimesi, Venedik’e gelen ticaret gemilerinin 40 gün karaya çıkmak için beklemesine verilen isimdi.
Bir dönem medeniyetin ve ticaretin merkezi olan İtalya, bu tür salgın hastalıklara fazlasıyla alışmış bir ülkedir. Ancak günümüzde bu kadar etkilenmiş olması, beni epey şaşırtmıştır. Bir düşünecek olursak, bu kadar deneyimli bir ülke neden böyle çaresiz kaldı? Ortaçağ’da olsak hemen dini suçlayabilirdim. Derdim ki Papa kedileri şeytanın bir parçası ilan etti ve onların ölmesine sebep oldu ama farelerin bu kadar artacağını düşünemedi. Ama bu virüs bize hayvanların taşıdığı bir virüs değil. İyi de bu virüsü hayvanlar taşımıyorsa kimler veya neler taşıyor diye düşünmemiz gerekli. İşte burada daha büyük bir ironiyle karşılaşıyoruz. Bu virüsün ilk çıkışı olarak bir kadının yarasa yemesi ve bu yarasanın virüs taşıyor olması ele alınıyor. Belki bu işin bilimsel kısmını açıklamaya yardımcı olabilir ancak ben bu işi daha farklı bir boyutta ele almak istiyorum.
İnsanlığın başından itibaren kendimizi bir şekide geliştirmeye ve hayatımızı daha da kolaylaştırmaya çalışıyoruz. İhtiyacımız olan şey kolay bir hayat yaşamak mı, yoksa yaşamak için zorlukları aşarak kendimizi güçlendirmek mi? Bizler bir parçası olduğumuz doğa ile her daim bir savaş içinde bulunduk. Aslında bu bizim doğa içindeki yaşamımızın bir parçasıydı. Ancak ne zaman ki doğayı kabul etmemeye başladık, işte o zaman savaşta kaybeden taraf olduk. Bu yazıyı okuyan kişilerin kendini özel hissetmemesi adına şunu eklemek isterim, biz insanlar olarak özel bir tür olduğumuzdan değil, popülasyonumuzun fazla artmasından içnde bulunduğumuz durumdayız.
Düşünme ve bilinç yeteğinimiz bizlere çok güçlü yönler verirken aynı zamanda bizleri büyük yenilgilere düşürebiliyor. Herhangi bir şeye sahip olduğumuz zaman onu unutup daha fazlası isteyebiliyoruz. Örneğin inançlarımız: ilk başta doğa olaylarını açıklayabilmek için kendi ilahlarımızı yarattık ancak bu bizim için yeterli olmadı. Çünkü karşımızdaki bir ilah olsa bile bizimle konuşması gerekliydi. Özel bir tür olan bizlerin ilahlarımızla konuşması için bazı elçiler belirledik. Bu elçilerde yaşadığımız her tür felaketi bizlere ilahımızın bir cezalandırması ve bir memnuniyetsizliği olarak bildirdiler. Eh tabi, biz de durur muyuz? Daha çok çalıştık ve efendilerimizi memnun edebilmek için yeni kurban etme yöntemleri bulduk. Şimdi bu inanç anlayışımız biraz daha evrildi ve sadece ihitiyaç anında psikolojimizi sağlam tutabilmek için ilahlarımıza sığınıyoruz. Kim bilir belki bu geçirdiğimiz salgın dönemini yaşayan küçük çocuklar ilerde ilahın elçisi olarak sağlık çalışanlarını görürler.
Doğayla olan savaşımıza geri dönmek istiyorum. Bu ara bizim cephe epey bir zayıflamış durumda. Önce orman yangınlarıyla başlayan taaruz ardında depremleri ve salgın bir hastalığı getirdi. Şimdi doğa vurduğu bu darbeyle bizi kendinden uzaklaştırmışken biraz daha güç toplayabilmek için dinleniyor. Peki biz ne yapacağız? Daha büyük bir taaruz planı hazırlayıp yeni fabrikalar, ticaret alanları ya da inançlar mı oluşturacağız? Bu yaşadığımız süreçten ders alıp birlikte yaşamayı mı seçiceğiz? Şu veya bu olacak diyemesek de, bu süreçten sonra bir şeylerin farklı olacağı insanlığın ortak inancı haline gelmiş durumda.
Şimdi, tıpkı şuan bir çocuğun pencereden evinin önündeki parka bakması gibi geleceğe minik bir pencereden bakmak istiyorum. Herkes önemli olanın birlikte olmak olduğunu farketmiş ve kimin ne statüde ya da hesaplarında ne kadar rakam bulunduğuna değil, ne kadar hayatın içinde olduğuna odaklanmışlar. Komşumuz Ayşe teyze sokakta oynayan çocuklara sepet sallamış. Sepette neler var neler. Kuruyemiş koymuş, kocaman bir şişe limonata yapmış, bir rulo havlu kağıdı da eklemiş yukardan sesleniyor çocuklara terlerini silmeleri için. Bu alternatif geleceğimiz burada dursun bakalım.
Şimdi farklı bir geleceğe bakalım. Komşumuz Ayşe teyze yine sesleniyor, aşağıya bakıp. Bu sefer ne sepet var ne de buz gibi limonata. Çocuğunu eve çağırıyor, Ayşe teyze. Çünkü sokaklar mikrop yuvası onun için. Ya yeni bir salgın gelirse o zaman da yaşlılar değil de çocuklar ölürse. Ne yapar Ayşe teyze, çocuğuna bişey olursa? Peki bu sırada çocuk ne düşünüyor ki? Acaba şuan evde oturup ya dedem ölürse diye mi soruyor kendine? Yoksa çoktan öldü mü dedesi? O çocuğun yerinde olmak isterim şuan. Tüm bu duygusal karmaşaların ötesinde geleceğinin şekillenmesine sebep olucak bir süreçten geçiyor. Karantina olarak adlandırdığımız bu süreç, onun önünde gerçek bir muammaya sebep olurken, acaba o çocuk bunun farkında mı?
Şimdi hatırladığım kadarıyla çocukluğumda ki bana dönüp soruyorum. O olsa yerimde nasıl geçirirdi bu süreci diye. Sesi biraz uzak geliyor ve dinlemek için biraz daha zorluyorum kendimi. Evet duyuyorum şimdi. Küçük konuşmamızı buraya eklemek isterim.
-“Hangi aydayız?” diye soruyor.
-“Mayıs” diyorum.
-“Peki Nisan ayına dair anıların var mı?” diye soruyor.
-“Hatırladığım kadarı ile hayır.” diyorum kaygıyla.
Çocukluğum, arka odasındaki yorgan yığınının arkasına saklanmış, ağlıyor. Anlayamıyorum tabi ki. Nerden bilebilirim ki onun için bir aylık zamanın bu kadar büyük bir değere sahip olduğunu?