Robert Musil’in Ahmaklık Üzerine başlıklı küçük risalesini okumak psikanaliz koltuğun-da oturmaktan daha zor! İnsanın kendi ahmaklıkları üzerine düşünmesi her zaman böyle acı verici olmak zorunda mı?
Ahmaklık her bünyede aynı tesire yol açmaz. Kimi ufak bir dil sürçmesini ahmaklık olar-ak görürken, kimi bu kelimeyi zihninde bile dolaştırmaz. Halbuki insanın ahmaklığı onun ilk edin-diği huylardan biridir. Evet, bir huydur; ele gelmez, tanımlanamaz, sınırları olmayan irrasyo-nel bir durumu imler. Adem ve Havva’nın güzelim cennette sefa içinde yaşarken sırf meraktan o bil-gi ağacının meyvesini tatmaları ve dünyaya sürgün edilmeleri ahmakçadır esasen. Tasasızca ve son-suza dek süren bir ömre kim tercih ederdi ki gereksiz teferruatlarla dolu dünyevi yaşamı? Oysa in-san aklının sınırları olmadığı gibi insanın arzusunun da sınırı yoktur. Birbirine zıt ya da birbirlerini dışlayan iki ayrı şeyi arzulamak hiç de ahmakça değildir. Bilakis insani olan bu durum bize ahmak-lığın ölçütünün ne olduğu sorusunu tekrar hatırlatır. Çıkarımıza ters düşen ya da akli bulmadığımız şeye ahmakça diyebilir miyiz? Ya da uyumsuzca bir araya getirilmiş bir kıyafet kombinin ahmakça göründüğü söylemek yanlış mı olur? Öyleyse ahmaklık estetikle de ilgilidir biraz. Doğrudan "güzel" ile ilgili olmasa da, ona olan tavrın bir sonucu gibidir.
Bazen de ahlaki bir şeydir ahmak olmak. Dünyayı kendi penceremizden seyreder ve do-ğru bulmadığımız şeylerin ahmakça olduğunu söyleriz. Siyasetteki aktörlerin ne kadar ahmakça işler yaptığını, bizi uzun yoldan götüren taksinin kendini zeki sanan bir ahmak olduğunu düşünürüz. Nedir peki ahmakça olmayan? Bütünüyle aklın yasalarına uyan, daima kendi çıkarının peşinde koşan küçük bir homo economicus yahut insanın aklını başından alacak kadar güzel olan mı? Mu-sil'den öğrendiğimiz sırrı daha fazla saklamanın anlamı yok: İnsani olan ne varsa ahmakça olabilir de. Çünkü insanı tanımlanabilir, kılavuzlu bir makine gibi düşündükçe, bu varsayımların ve yargıla-maların kendisi de ahmakça oluverir.
Aydınlanmanın insan ideali, kendi aklını kullanma cesareti gösteren, yaşamının dizginleri-ni elinde tutan ve ekonomik beklentileri karşılayan insan gerçekliğe ilişkin düşündüklerimizden çok uzak bir yerde konumlanır. Düşünen ve varlığını bu eylemde kuran kişinin özgür olduğunu söyle-mek de bir o kadar absürt bir durumdur. Düşünme yetisinin, sözlük anlamıyla ahmaklığın karşısında konumlanan dehanın, insan varoluşuna katkısı nedir? Ideal olanla gerçeğin kendisinin arasında uçurumlar olan vakitlerin aksine, bugün her türlü mistifikasyon ve idealize olmuş gerçekliklerden azadeyiz. Her şeyin neyse o olduğu, hatta negatif anlamda, her şeyin o şey olmaktan artık sıkıldığı, anlamının yitime uğradığı, temsil ve eğretilemelerin altındakini aramaya halimizin kalmadığı bir za-man diliminde yaşıyoruz. Normlar artık hayatlarımızı, en azından bizimkileri, düzenlemiyorlar. O halde varsın ahmaklık ilk ve daimi günahımız olarak alnımızda gururla taşıdığımız bir şey oluver-sin.
Kişisel tarihlerimizde yaptığımız yanlışları içimizdeki mahkemede, bir özne olarak hem yargıç, hem sanık, hem de tanık olarak yargılayıp giyotine vurduğumuzda benliğimize yabancı, toplumsalın kaidelerini çok iyi özümsemiş fakat kendiliğimize sahip çıkamamış biri oluruz. Söyle-mesi ne kolay: Ahmakça, pek ahmakça! Oysa Shakespeare dahi gerçeğe giden yolların çatallı oldu-ğunu söylüyordu. Yani kusurun, yanlış yapmanın, insan olmanın ilk şartı, Adem ve Havva'nın mera-kının kendi içinde makul ya da gerekli olduğunun ayırdına varmamız gerekiyor. Homo sum huma-ni nihil a me alienum puto: İnsanım ben, insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir. O halde tekrar söyleyelim: Bu gördüğüm şey hiç de hoşuma gitmiyor doğrusu, ama insanca, pek insanca!